İstiklal Marşı’nın kabulünün 90. ve Mehmet Akif Ersoy’un vefatının 75. yılı nedeniyle Safahat’tan resimler konulu Alanya çapında düzenlenen resim yarışmasında ÖHEP Anadolu Lisesi 11. sınıf öğrencisi Servet Armağan Çakır birinci oldu. Küfe isimli eseriyle Alanya’yı Antalya’da temsil edecek. (29/01/2011, Alanya Haber.)
Akif’in dizelerini lisenin hangi sınıfında okumuştuk şimdi hatırlamıyorum. Öldüyse Allah rahmet eylesin sağ ise kulakları çınlasın, sevdiğim bir ders olan edebiyatı bize çile haline getiren Atatürk Anadolu Lisesi’ndeki öğretmenimiz A. Vahit Yıldırımlar bu şiire bir devam hikayesi yazmamızı istemişti. Ben şiirin ardına hikaye düşmez, şiir yazılmalı diye düşünüp sarılmıştım kaleme kağıda. Hocamızın takdirlerini topladığım nadir anlardan biriydi şiiri sınıfta okuma anım.
Hikayenin can alıcı noktası bu değil ama. Bu şiirin ve benim yazdığım devamının, sararmış bir not defterinden teknolojik bir sanal bloga aktarılmasının sebebi Burcu’nun bir kısa mesajıdır: “Dostum, Küfe’nin devamını Tuğra’ya niye verdin sayende 10 almış sözlüden!”
O devirler Küfe’nin sadece derslerde şiir olarak okutulduğu devirlerdi. Milli Eğitim, iktidar sarhoşluğundan bir o yana bir (pensilvan)yana döneyim derken ‘küfe’lik olanlar tarafından yönetilmediği için, lisede okutulan bir kitap ve müfredat seneler sonra da aynıydı.
Benden üç sene sonra kardeşim Tuğra’ya Akif’in aynı şiirine son yazma ödevi verilince belki de okul tarihinin ilk ‘önceki ders notlarından bire bir kopya çekerek iyi not alma’ vakası gerçekleşmiş oldu: Kardeşim şiiri okula götürüp kendi yazmış gibi okudu ve 10 tam puan aldı.
Kopya deyip de çocuğun hakkını yemeyeyim. Son derece zekidir kendisi. Lakin öyle hikaye yazayım, coşkuyla şiir okuyayım işleri falan pek ona göre değildi.
TED Ankara Koleji’nin o 80’li yıllardaki lise edebiyat öğretmeni olur a bu yazıyı okursa kandırıldığı için canı sıkılmasın. Öğrencisi şu anda bir nöroloji uzmanı. Verdikleri notların bir damlası bile boşa gitmedi yani!
Okumamış olanlar, Mehmet Akif’in şiirini buyrunuz. Devamında da naçizane lise öğrencisi Tuğba’nın “Küfe’nin Devamı” kısmı var, dilerseniz okuyunuz.
Müteşairlik o zamanlar da kanımda varmış demek, ey şairler af buyurunuz!
KÜFE
M. AKİF ERSOY
“Beş on gün oldu ki, mu’tâda inkıyâd ile ben
Sabahleyin çıkıvermiştim evden erkenden.
Bizim mahalle de İstanbul’un kenârı demek:
Sokaklarında gezilmez ki yüzme bilmiyerek!
Adım başında derin bir buhayre dalgalanır,
Sular karardı mı, artık gelen gelir dayanır.
Bir elde olmalı kandil, bir elde iskandil,
Selâmetin yolu insan için bu, başka değil!
Elimde bir koca değnek, onunla yoklayarak,
Önüm adaysa basıp, yok, denizse atlayarak,
– Ayakta durmaya elbirliğiyle gayret eden,
Lisân-ı hâl ile amma rükûa niyyet eden –
O sâlhûrde, harâb evlerin saçaklarına,
Sığınmış öyle giderken, hemen ayaklarına
Delîlimin koca bir şey takıldı… Baktım ki:
Genişçe bir küfe yatmakta, hem epey eski.
Bu bir hamal küfesiymiş… Aceb kimin? Derken;
On üç yaşında kadar bir çocuk gelip öteden,
Gerildi, tekmeyi indirdi öyle bir küfeye:
Tekermeker küfe bîtâb düştü tâ öteye.
– Benim babam senin altında öldü, sen hâlâ
Kurumla yat sokağın ortasında böyle daha!
O anda karşıki evden bir orta yaşlı kadın
Göründü:
– Oh benim oğlum, gel etme kırma sakın!
Ne istedin küfeden yavrum? Ağzı yok, dili yok,
Baban sekiz sene kullandı… Hem de derdi ki: “Çok
Uğurlu bir küfedir, kalmadım hemen yüksüz… ”
Baban gidince demek kaldı âdetâ öksüz!
Onunla besleyeceksin ananla kardeşini.
Bebek misin daha öğrenmedin mi sen işini?”
Dedim ki ben de:
– Ayol dinle annenin sözünü…
Fakat çocuk bana haykırdı ekşitip yüzünü:
– Sakallı, yok mu işin? Git, cehennem ol şuradan!
Ne dırlanıp duruyorsun sabahleyin oradan?
Benim içim yanıyor: Dağ kadar babam gitti…
– Baban yerinde adamdan ne istedin şimdi?
Adamcağız sana, bak hâl dilince söylerken…
– Bırak hanım, o çocuktur, kusûra bakmam ben…
Adın nedir senin, oğlum?
– Hasan.
– Hasan, dinle.
Zararlı sen çıkacaksın bütün bu hiddetle.
Benim de yandı içim anlayınca derdinizi…
Fakat, baban sana ısmarlayıp da gitti sizi.
O, bunca yıl çalışıp alnının teriyle seni
Nasıl büyüttü? Bugün, sen de kendi kardeşini,
Yetim bırakmayarak besleyip büyütmelisin.
– Küfeyle öyle mi?
– Hay hay! Neden bu söz lâkin?
Kuzum, ayıp mı çalışmak, günah mı yük taşımak?
Ayıp: Dilencilik, işlerken el, yürürken ayak.
– Ne doğru söyledi! Öp oğlum amcanın elini…
– Unuttun öyle mi? Bayramda komşunun gelini:
“Hasan, dayım yatı mekteplerinde zâbittir;
Senin de zihnin açık… Söylemiş olaydık bir…
Koyardı mektebe… Dur söyleyim” demişti hani?
Okutma sen de hamal yap bu yaşta şimdi beni!
Söz anladım uzun, hem de pek uzun sürecek;
Benimse vardı o gün pek çok işlerim görecek;
Bıraktım onları, saptım yokuşlu bir yoldan,
Ne oldu şimdi aceb, kim bilir, zavallı Hasan?
Bizim çocuk yaramaz, evde dinlenip durmaz;
Geçende Fâtih’e çıktık ikindi üstü biraz.
Kömürcüler kapısından girince biz, develer
Kızın merâkını celbetti, dâima da eder:
O yamru yumru beden, upuzun boyun, o bacak,
O arkasındaki püskül ki kuyruğu olacak!
Hakîkaten görecek şey değil mi ya? Derken,
Dönünce arkama, baktım: Beş on adım geriden,
Belinde enlice bir şal, başında âbâni,
Bir orta boylu, güler yüzlü pîr-i nûrânî;
Yanında koskocaman bir küfeyle bir çocucak,
Yavaş yavaş geliyorlar. Fakat tesâdüfe bak:
Çocuk, benim o sabah gördüğüm zavallı yetîm…
Şu var ki, yavrucağın hâli eskisinden elim:
Cılız bacaklarının dizden altı çırçıplak…
Bir ince mintanın altında titriyor, donacak!
Ayakta kundura yok, başta var mı fes? Ne gezer!
Düğümlü alnının üstünde sâde bir çember.
Nefes değil o soluklar, kesik kesik feryad;
Nazar değil o bakışlar, dümû-i istimdad.
Bu bir ayaklı sefalet ki yalınayak, baş açık;
On üç yaşında buruşmuş cebin-i safi, yazık!
O anda mekteb-i rüşdiyyeden taburla çıkan
Bir elliden mütecâviz çocuk ki, muntazaman
Geçerken eylediler ihtiyârı vakfe-güzin…
Hasan’la karşılaşırken bu sahne oldu hâzin;
Evet, bu yavruların hepsi, pür sürûd-i şebâb,
Eder dururdu birer âşiyân-ı nûra şitâb.
Birazdan oynıyacak hepsi bunların, ne iyi!
Fakat Hasan, babasından kalan o pis küfeyi,
-Ki ezmek istedi görmekle reh-güzârında-
İlel’ebed çekecek dûş-i ıztırârında!
O, yük değil, kaderin bir cezâsı ma’sûma…
Yazık, günâhı nedir, bilmeyen şu mahkûma!”
***
KÜFE’NİN DEVAMI
TUĞBA YANIK- 01/04/1988
Aradan üç dört sene geçmişti, bir gün yolum düştü yine,
O salhurde, harab evlerin bulunduğu şimdiki eski mahallemize.
Bir zamanlar, engelli koşu gibi hoplaya zıplaya geçtiğim yerlerden,
Şimdi yürüyebiliyordum, ayaklarım kalkmadan yerden.
Şaşkınlığım katıldı bu gelişmeden dolayı duyduğum sevince,
Fakat elinde eski püskü bir küfeyle bir kadını görünce,
Nedendir bilmem yüreğim sızladı birden,
Sonra hatırladım Hasan’ın hikayesini tamamen.
Bu kadın değil miydi bir zamanlar o küfeye iyi bakmasını salık veren?
Peki şimdi neydi derdi, neden çöpe atıyordu onu kimseye sezdirmeden?
Ben bunların cevabını düşünüp dururken
Bir ses adeta gürledi pencereden:
– Ana dur, ne yaparsın sen orada?
Yazık değil mi nasıl elin varır o küfeyi atmaya?
Bana onunla ekmek kazanmayı öğütleyen sen değil miydin?
Şimdi niçin sırt çeviriyorsun ona, nedir derdin?
– Sırt çevirdiğim yok oğul onun da babanın da hatırası hala
belleğimde
Ancak her şey yeniyken güzeldir bu eski
işe yaramaz şey fazla yer kaplıyordu kilerde
Hem senin artık küfeye mi ihtiyacın var?
Allah nazardan saklasın pazar yerinde gül gibi tezgahın var.
Artık başkaları taşımalı senin sattıklarını bu küfelerle,
Tabii bu küfe gibi kırık döküklerle değil yenilerle.
O sıkıntılı günleri yad ettiğimiz yeter,
Oğul beni seviyorsan içeri gir de kardeşini uyandırıver.
Hele bir de izin ver
İzin ver ki eve dönmeyeyim gördükçe içimi de kendi gibi karartan
o küfeden kurtulmadan!
Anladım ki daha fazla orada dikilmeye gerek kalmamıştı.
Madem ikisi de beni tanımamıştı,
Ben de yoluma devam ettim hızlı adımlarla.
Ve beynimde yankılanan o sorularla.
Gel bir bak şu kadının haline sen de düşün,
İnan ki karar vermiyorsun ağlar mısın güler misin?
Bir zamanlar ekmek kapısı dediği,
Kılına bile zarar gelmesini istemediği,
O küfeye,
Şimdi neler yapıyordu kilerde yer yok diye.
Oğlu ise küfeyi tekmeleyerek ta ötelere savurduğu zamanları,
Cebinin paraya, midesinin bir sıcak aşa hasret kaldığı anları,
Anası gibi unutuvermemişti.
Tezgahın dibinde duran küfeyi fırlatıvermemişti.
Bir de baktım, onları düşünürken döndüğüm yoldan Kadıköy’e inilir,
Ana oğul tartışırlarken zavallı küfeye ne olacak kim bilir?