Hep sonunu bildiğim filmleri izlemek istiyorum. Öyle ki, sürprizler filan olmasın senaryoda. Bir filmi baştan sona Brad’le Edward’ın aslında aynı adam olduğunu bilerek izlemeliyim ama film değerinden hiç bir şey kaybetmesin gözümde. Bir diğer filmde, rakip iki ilüzyonistten birinin ikizinin olduğunu en baştan beri bilmek engel olmamalı filmin sonundaki şaşkınlık hislerime. Henüz izlemediğim son filminde tek yumurta ikizi gangsterleri canlandıran Tom’un 2016, olmadı 2017’de Oscar törenine damgasını vuracağını şimdiden söylemeliyim. Filmin kırılma noktası nerede ise ben tam orada olmalıyım her seferinde. Steve Jobs dokuzuncu telefonu da tasarladıysa eğer, ben onuncu telefonu elimde tutuyor olmalıyım.
Kahramanı yarasa olan bir filmde, bombayı patlatacak kötü kadının, meğer en baştan beri kahramanla sevgili olan iyi kadın Marion çıkmasına hayret etmemeliyim. Kahramanı, çok karizmatik bir robot-kamyon olan filmde, robot olabilen diğer tüm havalı arabaların havaya uçtuğunu düşünürken, en beklenmedik anda ortaya çıkmaları sevindirmemeli beni. Belki de dünyanın en meşhur hapishaneden kaçma hikayesinde, hapishane duvarının un kurabiyesi kadar yumuşak olduğunu ta en baştan bilmeliyim. Ve hapisten kaçacak olan Tim’in, hapishane müdürünün iyi ayakkabılarını iyice boyayıp parlattıktan sonra, kendi kötü ayakkabıları ile yerlerini değiştirip boyadığı ayakkabıları neden itina ile yanına aldığını bilmeliyim; hapishane duvarındaki Raquel Welch posterinin sırrını da.
Andrew’u bir örümceğin ısıracağını, kolu kopuk profesör Rhys’in, kendine yeni bir kol yapmaya çalışırken koca bir sürüngene dönüşeceğini daha filmin başında anlatmalıyım herkese. İmkansız görevler üstlenilen filmde yüzüne maske giymiş hangi adamın Tom Cruise oldugunu, hatta Tom Cruise’un aslında kim olmadığını bilmeliyim. Michael Jackson denen adamın zenci doğup beyaz öleceği, Marilyn Monroe’nun öldükten sonra bile dünyanın en seksi kadını olmaya devam edeceği, Elvis’in öldükten sonra bile her sene kendisine benzeyen-benzemeyen bir sürü adam tarafından canlandırılacağı ve atom bombasının patladıktan sonra bile on binlerin hayatına mal olacağı bilgileri gündelik olmalı hayatımda.
Mars’ta bulunan suyu, hangi çok uluslu az şerefli şirketin en erken şişeleyip raflara dizdireceğini, hatta Mars topraklarını hangi emlak şirketinin parsel parsel satacağını öngörmeliyim.
Beni şaşırtan hiç bir şey olmamalı bu dünyada. Tüm hikâyelerin sonları aynı bitiyor çünkü. Yaptığımız ve yaptırıldığımız her seçimin sonucu aynı.
Halının içinden çıkacak olan Emel Sayın, kendini kaçırsa da Tarık Akan’a aşık olacak. İnek Şaban ve ekibi okuldan her kaçışta Mahmut Hoca’ya yakalanacak. Türkan Şoray çirkin sekreter kızken birden güzelleşip ‘Selvi Boylu Al Yazmalı’ olacak. Fabrikatör Hulusi Kentmen güzeller güzeli kızı Gülşen Bubikoğlu’na aşık olan fakir işçi Tarık Akan’a hiç kızmayacak ve kızını kırk gün kırk gece süren düğünle everecek.
Fabrikatörü Hulusi Kentmen değil de çiftlik sahibini Jeremy Irons canlandırırsa eğer, kızı Winona fakir çiftçi çocuk Antonio ile dere kıyısında sevişti diye gözünü kırpmadan pekâlâ ateş edebilecek.
Sonunda sürpriz olmayacak yine de. Ülke, kıta ve hatta gezegen değişse de kötüler hep kötü kalacak, iyiler hep erken ölecek. Ne diyor Steve ve Bruce:
“Only the good die young,
All the evil seem to live forever”
Sadece iyiler genç ölür, tüm kötüler sonsuza kadar yaşar (gibi görünür).