IMDb’nin 5.7 puan verdiği sıradan bir Hollywood romantik komedisi aslında. Kendisine ayrılan bir buçuk saatin içinde izleyicisine hüzün, nefret, sevgi, merhamet, aşk ve merak dolu anlar yaşatabiliyor bu filmler. Elbette film sektörü, dünyada savaş sektöründen sonra en çok para harcanan, harcandığı oranda da kazandıran bir sektör. Yatırımcılarının para kaybetmeye asla tahammülü olmadığını bilen yapımcıların, elinde en iyi formülleri bulunduran yönetmen ve senaryo yazarları ile çalışması kaçınılmaz.
Sabah olduğunda mükemmel saç ve ruh haliyle uyanan ince belli, doksan sutyen ölçülü kadınlar, baklava dilimli kaslı ve üçgen vücutlu erkeklerle başlar sahneler genelde. Gündelik hayatın aksine insanı çıldırtasıya çalan bir alarmlı saatle değil de sevgili öpücüğüyle uyandırılmanın rehaveti altında erkeğine sabah sabah ağzı falan kokmadan öpücükle karşılık veren kadın, üstelik yatağın hemen kenarındaki komodinde bulunan polaroid kamera ile sevgilisinin çıplak fotoğraflarını çekerek anı alevlendirmeyi başarıyor. İnsanların hiç yakıt sıkıntısı çekmediği, araba taksiti ödemediği, çocuklarını özel okullardan almak zorunda kalmadığı, kirayı ödemedikleri için ev sahibiyle tartışmadıkları bir mecra orası.
Hugh Hefner’ın 2010 Nisanında 900.000 dolar bağışlayarak satılmaktan kurtardığı arazide ismi kocaman yazılı olan yer:
H O L L Y W O O D
İşte burada her şeyi tozpembe bir şeker kavanozunun arkasından görüntüleyen çözünürlüğü yüksek gerçeklik oranı düşük kameralarla, dünyayı kadın-erkek ilişkilerinden ibaret kılarlar. Aşkı ‘Sevgililer Günü’nün tekeline alarak dünyadaki çiçekçilik sektörüne katkıda bulunurlar. Her yılbaşında kar yağdırırlar, geyiklerin çektiği kızaklı arabasına binmiş Noel Baba’ya yanmakta olan şöminelerin bacalarından hediye dağıttırırlar. Halbuki sadece dünyanın yarısında yılbaşları kışa denk gelir. Bunu bilmezler. Şili’de mesela, dünyanın öteki ucundaki bu ülkede, hiçbir yılbaşı kar yağmazken kızaklı bir araçla nasıl getirebilir ki hediyeleri Noel Baba?
İyi kurulmuş bir denklem, kısa kurulmuş cümleler, dertleri bir film süresi boyunca bizi üzen ama tam bitmeye yakın hepsi birbirine bağımlı olarak mutlu sona ulaşan insanlar silsilesi; iyi bir kurgu, idare edecek kabiliyette oyuncular ve iyi bir görüntü yönetmeni ile eğlendirici bir filme dönüşebiliyor. İşiyle fazlasıyla meşgul bir kadının sonunda aşka kavuşması, en iyi arkadaşken sevgiyi uzakta arayan bir erkek ve kadının beceriksizce öpüşmesiyle biten klasik ‘happy ending’ sahnesi, Hint asıllı bir erkeğin kendi toplumuna asla uymayacak tarzda bir kadına aşkını ilan etmesi gibi imkansızları ısıya dayanıklı cam kapta pişirip önünüze sunuyor senaryo.
Yapay heyecanla tatlandırılmış sahneleri hem gözyaşları, hem gıpta, hem kıskanma, hem sevinç içinde izlerken kapı çalınıyor. Kapıda az önce filmde futbolu bırakıp bırakmamanın sınırında iken bir basın toplantısı yapıp eşcinsel olduğunu açıklayan futbol yıldızını canlandıran üçgen vücutlu adam var. İçeri buyur ederken ‘vay be televizyonda göründüğünden daha yakışıklıymış’ diye düşünüyorum ama o zaten gey değil miydi? Üstten üç düğmesi açık, füme renkli gömleğinden seyredebildiğim geniş omuzlarını evimdeki berjerlerden birine yaslarken ben de diğer koltuğa oturmak için hamle yaptığımda beni kendine çekiyor.
Nefesini yüzümde hissediyorum. Parfümünün kokusu o kadar derin ki kalp atışımın ritmini bozuyor. Bir kalp doktoruna görünmelisin, diyor. Ah, doktor deyince, ilaçlarımı almadım, diyorum. Ne yani korunmuyor muydun, diyor. Destur de, daha yeni girdin içeri derken o sırada telefonumun ilaçlarım için kurduğum alarmı çalıyor. Telefona uzanmak için doğrulduğumda kafamı normalde yatağımın civarında bulunmayan oldukça sert ve uzun bir şeye çarpıyor ve uyanıyorum.
Kanepede uyuyakalmışım. Kafamı çarptığım şey de yemek masasının bacağı. Filmler ne kadar romantik olursa olsun, sonu gelmeden uyuyakalmamak lazım.
Fakat… ya berjerin üstündeki bu füme gömlek…?
Bu filmi hayal meyal hatırlıyorum. Sinema için altyazı çevirisini ben yapmış olabilirim. Çevirisi değilse bile altyazı kontrolünü yapmışımdır mutlaka.