
Bazı batıda doğmuş, büyümüş insanların ön yargılarından kurtulmaları için çok çaba sarf etmeleri gerekiyor. Batı derken, kime göre, neye göre batı? Dünya yuvarlaksa ve sürekli dönüyorsa Doğu neresi, Batı neresi?
***
2011 yılında o zamanlar sekiz yaşında olan oğlum ile Van’a bir yolculuk yapmış, hatta Van Gölü’ne de girmiştik. Oğlum o yolculukta karşılaştığımız genç öğretmen arkadaşların “Büyüyünce ne olacaksın?” sorusunu ‘peygamber’ diye yanıtlamış, gençleri epey şaşırtmıştı. Ben de ‘Bu yayalar hep mi yoldan yürürler buralarda?’ diye sorduğum soruya, dolmuş şoförünün mükemmel Van şivesi ile verdiği cevaba epey şaşırmış hem de gülmüştüm: “Abla buralarda araba yayadan gorkiy, yaya arabadan gorkmiy!”
Bu seferki gezimiz peygamberler diyarına, medeniyetin beşiğine, hatta insanlığın başlangıç noktasına olacaktı ama oğlum katılmadı. Ergen yaşta olduğu için kendisi ileride arkadaşları ile gezer görür temennisi ile onu zorlamadım.
Annem, babam ve ben Ankara’dan Gaziantep’e vardık. Yedi saatlik bir yol boyunca iklim doğa mimari yani her şey değişti. Karlı ve sisli bir Ankara çıkışından sonra Adana il sınırı güneşle karşıladı bizi. Evlerden kiremitler çatılar kalktı, damlar geldi. İnsanlar damda uyur yazın buralarda, derlerdi, insan görmeyince inanamıyor.
Antep’in kalesine varıp bir selam çaktıktan sonra yörenin en meşhur lokantalarından birinde aldık soluğu. Ben Karabük- Eflani’nin yöresel etleriyle yapılmış kuşbaşılı pideyi yemeden önce Ankara’da doğru düzgün kuşbaşılı yememişim, derim hep. Antep’te yemen yedikten sonra da dedim ki, biz kebap yemiyormuşuz buralarda! Yoğurduyla, etiyle böyle bir lezzet yoktu. Sırada Şanlıurfa var, Adana var, Kahramanmaraş var!
Gaziantep’ten yola çıktık ver elini Halfeti. Burada vapurlar kalkıyor, sizi gezdiriyor gölet boyunca. Ne yazık ki biz vapura binmeye kış günü diye cesaret edemedik. Su çok durgundu ama babamın Büyükada’dan İstanbul’a dönerken acayip çalkantılı bir Marmara denizinde hastalanmışlığı vardı. O yüzden Şabut balığı yedik ve oradan ayrıldık.
Halfeti’den çıktık Şanlıurfa’ya geldik. Balıklıgöl’de bir sürü kedi vardı hemen benim dikkatimi çektiler. Ya orayı ev edinmişlerdi, ya da insanlar mübarek yerdir, nasıl olsa biri karınlarını doyurur diye getirip bırakıyordu, hangisidir bilemedim.
***
Gaziantep Zeugma Mozaik Müzesi’ni gezerken şunlar geçti aklımdan: Usta, demiş zamanın zengini. Şu benim evin tabanına binlerce minik taştan tanrıların resimlerini döşesene. Parası neyse veririz yahu!
Bilgisayar yok, hesap makinesi yok, kesme aletleri yok, CNC makinesi yok, o kadar büyük ölçekli alanlara o resimleri o minik minik taşlardan nasıl yaptınız? Nasıl kırdınız o taşları hepsi aynı boy ve renk renk? Nereden buldunuz? Şimdi boya ve her türlü imkan ile yapmaya kalkışılsa aylarca uğraşırız o derece bir mükemmellik için.
***
Diyarbakır’dan Adıyaman’a geçerken Nemrut Dağı’na çıkamayacağımızı biliyorduk. Dağın doruğunda dört metre kar olur, bu mevsimde kimse çıkamaz, denmişti bana. Ama nedense Nemrut Dağı tabelasını görünce döndüm o yola. Belki dedim, kim bilir?
Sonbahar gibi giden iklim, biz dağ yolunu tırmandıkça yerden yükselmeye başlayan karla beraber kış oldu. Yol daraldı, kar yükseldi, kar bir metre olunca artık yolun da arabayla gidilebilen son noktasına gelmiştik. Tam orada karda piknik yaparak eğlenen Adıyamanlı gençler gördük. Bize hemen çay çorba ne varsa ikram edip, bizi sofralarına ortak ettiler. Orada tanıştığım bir gazeteci arkadaşıma, ben buraları gezmeyi bitirince bir yazı yazacağım, size de yollarım isterseniz, dedim. Çok sevinirim, dedi.
***
Sonra ben bir şeyler yazmaya başladım. Sonra nedense bitiremedim. Ve araya seçimler girdi. Belki de Türkiye tarihinde hiçbir yerel seçim bu kadar önem yüklenip, bu kadar heyecanla karşılanmadı seçenler, seçilmişler ve seçilecekler arasında.
Sonra seçim bitti. Seçtik. Bazı yerlerde seçtiğimizi beğenmedik. Bazı yerlerde seçtiğimiz bizi beğenmedi. Bazı yerlerde de seçtiğimizi bir türlü beğendiremedik.
Memleket, muktedir olanlar yeniden muktedir oluncaya kadar seçimi tekrar eden yahut kafasına göre sonuç açıklayan güney Amerika ülkelerine döner mi acaba diye düşünmeden edemiyor insan. Sonra yok canım, diyor. Hala yürürlükte olan demokrasi, özgürlük, insan hakları, fikir özgürlüğü, seçme ve seçilme özgürlüğü, inanç özgürlüğü falan filan var bu memlekette.
***
Gün geçmiyor ki memleketimin bu fikir, inanç ve toplumsal hayata dair özgürlükler ortamı yabancı birileri tarafından kıskanılmaya görsün. Mesela bir Hollandalı kadın gazeteci İstanbul Belediye Başkanı’nın T.C. ibaresinin belediye binasına geri konması ile ilgili attığı tivit-mesaja “Size oy veren Kürtler’e kendilerini nasıl hissettirmiş oluyorsunuz bu şekilde Ekrem Bey?” diye sorarak ortalığı karıştırmaya çalışıyor.
Yahu, diyorum, bu ülkenin adı Türkiye Cumhuriyeti, T.C. de onun kısaltması. Siz yüksünüyor musunuz Hollanda Krallığı’nda yaşadığınız için? 21. yüzyıl gelmiş hala bir kral tarafından yönetildiğiniz için? Üstelik benle aynı fikirde olan pek çok Kürt arkadaş gazeteci kadına gereken cevabı yapıştırıyor. Bunlardan biri şöyle diyor:
“Ağrılı bir Kürt olarak süper mutlu oldum. Kürtlerin sorunu T.C. ile değil sistemle, ülkeyi yöneten zihniyetle. Bizler T.C. vatandaşıyız, yurttaşız hanımefendi. T.C. ibaresinden rahatsız olan biz Kürtler değiliz, rahatsızlık duyanlar bizim rızamız olmadan bizim adımıza karar alanlardır.”
Biz bu toprakları birlikte sürmez, birlikte ekmez, hasat zamanı birlikte ırgatlık etmez isek, bizi bu topraklarda aç bırakmak için kapıda bekleyen sırtlanlar çok memnun olacaklardır.
Velev ki böyle basit bir cümleyle gaza gelen ve T.C.’den rahatsız olan birileri olsun, biz de onlara kısaca ‘terörist’ diyor, gereken cezayı veriyoruz zaten.
***
Yine de insanoğlunun vahşilikten medeniyete doğru ilerlediği inanışı yaygın olduğu kadar da yanlış bence. Aksine, insanoğlu medeni ve güzel zamanlarını 1000 yıl geride bıraktı. Şu anda oluşturduğumuz toplum belki de insanlık tarihinin en vahşi ve en ilkel toplumu.
Memleketin Sivas’tan doğusuna yukarıdan aşağıya bir çizgi çekersek, çizginin doğusunda doğduysan “şöyle”sin “böyle”sin hep. “Ama ben Türkiye’nin batısında doğdum.” E peki ne farkın var? Ya da eksiğin ya da fazlalığın? Onların ne eksiği ya da fazlalığı var? Şöyleymiş böyleymiş diye televizyonlarda saatlerce insanı insana düşman etmek için mesai harcayıp bunda da çok başarılı olan nefret-çığırtkanlarına mı kanacaksın? Hem de tek dertleri kendi paçalarını kurtarmak, kendi küplerini doldurmak, kendi çevrelerini nemalandırmak iken?
Ahlaksızlıkla semiren, kandırmaca ile yükselen, duygu sömürüsü ile oy toplayan koca bir vandallar ordusunu dinlemek yerine birbirimizi daha çok dinlesek, daha çok anlamaya çalışsak bizi ayırmaya kalkanlar ne kadar mutsuz olurlardı bir düşünsenize?
***
Diyarbakır On Gözlü Köprü’nün kenarında bir çay bahçesinde kendini sevdirmek için bize yanaşan kediden rahatsız olduğumuzu sanan garson delikanlı şöyle dedi bana: “Abla kedidir, onu da Allah yaratmiştir, korkma!” Öyle güzel söylemişti ki Diyarbakır şivesiyle, Van’daki dolmuş şoförünün şivesini hatırladım, güldüm. Sonra;
“Yok, biz korkmayız kediden. ‘Yaratılanı severiz, yaratandan ötürü’ diyerek, Allah’ın yarattığı insanları ve dahi hayvanları sen bizden değilsin, kılıç artığısın, şuna inanıyorsun, buna inanmıyorsun diye birbirinden ayıranlardan değiliz, merak etme. Sen hele getir bir demlik çayı.” dedim delikanlıya. Çabucak getirdi.
***
Güneydoğu gezimiz de bir demlik çay içme süresi kadar gibi geldi, göz açıp kapayıncaya kadardı sanki, bitti. Yalnız Nemrut Dağı çağırdı bizi, söz dedi, hele şu karlarım bir erisin ağırlayacağım sizi.
Koskoca Nemrut çağırdıysa bize de davete icabet etmek düşer. Nemrut’un karları 1 Mayıs itibariyle erimiştir herhalde ama birbirini dini-dili-ırkı-rengi ile ön-yargılayan insanların arasındaki buz dağları ne zaman erir kim bilir?
***
Son mesaj Hayvanların Yaşam Hakları Konfederasyonu’ndan:
Yeryüzünde yaşamın devamı için mücadele eden tüm yaşam hakkı savunucularının 1 Mayıs Birlik ve Dayanışma Günü kutlu olsun!