GÖLGE DERGİ #107 | MACERA 8: JAPON (K)AĞIT KATLAMA SANATI

Previously on Gölge:

“…Çünkü bu adalet sisteminde eşeği dürtmek serbest, “eşek dürtüldü” yazmak suçtu. Kör olması gereken adalet sağır ve dilsizdi. Anlaşılan o ki okuma yazma da bilmiyordu.
– Kurcalama, dedi Gölge. Sıra onlara da gelecek. Ama önce annem ve annen gibi kadınlara yardım etmeliyiz…”

***

“Ben kim miyim? Adım Gölge. Kimsesizlerin kimsesiziyim kimsesizim. Yalnızların yalnızıyım, yalnızım. Dertlilerin dertlisiyim, dertliyim. Aşıkların aşkıy__ tamam tamam biraz abartmış olabilirim. Zeki Müren’e de buradan bir rahmet okuyalım.

Gerçek şu ki kadınlara kötülük eden herkesin korkulu rüyasıyım. Ama işimi kanla değil akılla hallederim. Suçluları, ortağım Lisbeth ile kıskıvrak yakalayıp adalete teslim etmek en büyük görevim.”

***

Radyolarını yeni açanlar için hikayemizde kim kimdir bir göz atalım:

Gölge: Gölge E-Dergi’nin vaftiz babalığını yaptığı ve dergi ile aynı adı taşıyan yarı-kahraman, yarı-gölge, yarı-feminist, yarı-dedektif, yarı-polis, yarı-kaçak, yarı-göçek, tam-adil(olmaya çalışan), tam-kadın.

Lisbeth Salander: Stieg Larsson’un kendi yazdığı üç kitap -ilki ve en meşhuru Ejderha Dövmeli Kız- ve yazarın talihsiz ölümünden sonra yazılan serinin dördüncü kitabının kahramanı. Tam-zamanlı hacker, tam-zamanlı soğukkanlı, tam-zamanlı hükümet, anayasa dahil tüm yasalar, para ve kapital sistemi, menkul ve gayrimenkul olan her şey karşıtı. Bir bankadan milyonlarca dolar hack’leyebileceği halde kendi ülkesinde illegal yoldan oldukça fazla para kazanmış bir işadamını hack’ledi. Gölge, bunun İslam dinine göre haram para olduğunu iddia edince şöyle dedi:

Lisbeth: Madem bu para yasaktı, ya da sizin deyiminizle ‘haram’; o zaman ben o adamı bu haram parayı harcamaktan alıkoyarak iyi bir şey yaptım, yani ‘sevap’ yaptım. Nasıl? Ne diyorsunuz siz; ‘bir taşla iki kuş’ değil mi?

Gölge: Biliyor musun seninle baş edemem ben! Konuyu değiştiriyorum bak: Madem Ağustos ayındayız Türk tarihinin en önemli dönüm noktası olan 26 Ağustos 1922 ve ülkecek nicedir Zafer Bayramı olarak kutla(yama)dığımız 30 Ağustos 1922’ye gidelim diyorum.

Lisbeth: Siz Türkler ne kadar bencilsiniz yahu! Sanki dünya sizin etrafınızda dönüyor! ‘Biz bitti demeden bitmez’miş! Pabucumun takımı!

Gölge: Ne oldu? Ne yaptık gene?

Lisbeth: Ağustos ayı geldi diye hayatta kalmayı başardığınız bir savaşı anlatmaya kalkıyorsun. Oysa bir Ağustos ayının altıncı ve dokuzuncu günleri koca koca iki şehir ve o şehirlerin insanları tarihten silindi!

Gölge: Haklısın ama…

Lisbeth: Sen Batman, ben de Robin’mişim gibi davranmayı bırak. Bu hikayede usta ve çırak yok. Cesur kadın ve zeki kadın var. Zaman zaman yer değiştirseler de öyle…

Gölge: Anlaşılan uluslararası karasularındayız yine. Taaaa uzak doğuda.

Lisbeth: Evet ama kime göre, neye göre uzak? Neyse bu ayrı bir tartışma konusu. Biz Hiroşima ve Nagazaki’ye gideceğiz. Sırasıyla 6 Ağustos ve 9 Ağustos 1945’te, iki basit bomba ile sadece 20 bini asker olan ve sayısı 129 bin ila 246 bin arasında olduğu tahmin edilen insanın -düşünsene ölenlerin sayısı bile net değil!- öldürüldüğü, yok edildiği, kül edildiği yerlere… Şimdi anlıyor musun neden sana bencil dediğimi?

Gölge: Bencilim evet ama telafi edebilirim. Bombayı atmasalar? Engel olsak? Yalvarsak gidip Oppenheimer’a? Ya da o gizli Manhattan ekibindeki kadınları falan ikna etmeye çalışsak? Bombanız sadece savaşanları değil masum kadın ve çocukları da öldürecek desek?

Lisbeth: Valla “Çocuklar öldürülmesin şeker de yiyebilsinler”i de dinletsen ne fayda! Herkes kendi ülkesinin bekası için en iyi olanı yaptığını düşünüyor/sanıyor o devirde ve aslında her daim. Hitler Avrupa’da yakmadık şehir ve Yahudi bırakmayınca, Amerikalılar da kökten çözmek istiyorlar bu kördüğümü. Ayrıca Oppenheimer’ın da bir Yahudi olduğunu unutuyorsun!

Gölge: Ama olan yüz binlerce masum Japon’a oluyor.

Lisbeth: Hiç kimse göründüğü kadar masum değildir Gölge! Japon İmparatoru Pearl Harbour’ı bombalamasaydı ya da 15 Ağustos 1945’te radyodan yaptığı teslim oluyoruz konulu konuşmasını dokuz gün erken yapsa idi hayatta olacaklardı! Oysa, Gyokuon-hösö ismini verdikleri bu konuşma, Japonca ‘mücevher sesli yayın’ manasındaydı ve Japon halkının imparatorlarının sesini ilk duyuşlarıydı! Çünkü imparatorun halkla sesiyle dahi bir araya gelmesi yasaktı!

Gölge: Halbuki ismi aklımıza telaffuzu ile kazınan ‘Pörl Harbır’ denen yer Amerikan topraklarından ne kadar uzakta…

Lisbeth: New York’tan 7884, Washington’dan 4398, Los Angeles’tan tamı tamına 4424 kilometre uzakta! Ama yapılacak bir şey yok. Toprak, topraktır, asker ise asker. Ne demişti sizin lideriniz Atatürk: ‘Bir Türk dünyaya bedeldir’! İşte Amerika’nın bu sözü kendine uyarlayarak dünyaya gösterebilmesi için bir anda 166.000 insanın ölmesi gerekti.

Gölge: Ne burnu büyüklük!

Lisbeth: Sadece burunlar değil her şey büyük Amerika’da. Tabii ki egolar da. Ama belli ki hepsi değil. Biz en iyisi John Hersey’in gözünden bakalım olaya.

Gölge: Yani biri sonradan vatandaşlığa geçen altı Japon’un, bomba atılmadan biraz önceki sıradan hayatlarıyla birlikte, bombadan sonraki hayatta kalma hikayelerini anlatan –ve  The New Yorker’da yayımlanmasının iki ay ardından kitap olarak basılan- 31 bin kelimelik makalenin yazarı olan John Hersey…  Ama çok acıklı değil mi o makale?

Lisbeth: Var ya sizin ülkecek tek eksiğiniz Zafer Bayramı kutlaması filan değil, tek eksiğiniz empati! Birazcık da olsa EMPATİ! Kimse kendini kimsenin yerine koyamadığı için bu haldesiniz! Hep ‘Amaan bana ne canım’cı, ‘Neme lazım’cı, ‘Ya bırak, başına iş mi alıcan’cı, ‘Bana dokunmayan yılan bin yaşasın’cısınız. Bu sözü söyleyen de nasıl bir ata ise artık! Ama Hiroşima’ya gideceğiz evet. Gelecekten gittiğimiz için bomba bizi etkilemeyecek, çünkü aslında o anda orada değiliz. Ben tam-zamanlı soğukkanlı biri iken, senin gibi tam sulugöz bir kadınla oraya gitmeyi göze alıyorum düşün!

Gölge: Bugün dilin çok sivri senin!

Lisbeth: Çünkü bıktım sizin ‘Tok acın halinden anlamaz’larınızdan. Aç da acın halinden anlamıyor besbelli! N’oldu bir ay tuttuğunuz oruç? ‘Bir lokma bir hırka’cılık? Üç hurma ile açtınız değil mi her akşam orucunuzu? Üç hurma üzerine gelsin kebaplar, gitsin baklavalar! Müslüman ülkeler olarak dünyadaki tüm açları doyurmaya yetecek kadar yiyecek tasarrufu ettiniz sanırım!

Gölge: …………..

Lisbeth: Cevap yok tabii. Haydi düş önüme!

[Gölge:  You are mean!

Lisbeth: I’m necessary mean!]*

Lisbeth: Rahip Kiyoshi Tanimoto, üç çocuklu dul Hatsuyo Nakamura, Doktor Masakazu Fujii, Alman misyoner Rahip Wilhelm Kleinsorge, Doktor Terufumi Sasaki, ve onunla akraba olmayan kalay şirketi çalışanı Toshiko Sasaki. Bu altı kişi gibi bombalamadan hayatta kalan insanlara Japonca Hibakusha (patlamadan etkilenmiş kişiler) ismi verilmiş sonradan. Nasıl? Sizin dilinizde var mı böyle bir kelime? Sebepsiz, sadece terör amaçlı bir patlamada ölen sivilleri bile şehitlik mertebesine yükseltmeyi bilirsiniz siz anca!

Gölge: ……………

Lisbeth: Düşünsene bir saniye önce işinde gücündesin, çocuğunu yıkıyorsun ya da ne bileyim saçını tarıyorsun. Bir saniye sonra hayatta kalanların ‘gördüğüm tüm beyazlardan daha beyaz’ olarak tanımladıkları bir ışık ve yarı ölüsün… Denmemeli ama deniyor maalesef, ölenler ölüp kurtuluyor ama hayatta kalanlar…

Gölge: Bombalama sırasında çok genç yaşlarda olan yirmi beş kadın, Hiroşima Bakireleri diye adlandırılarak, patlamada oluşan korkunç yaralarına estetik yaptırmak için Rahip Tanimoto tarafından 1955’te Amerika’ya götürülmüşler.

Lisbeth: Sanki ‘Siz bozdunuz, siz düzeltin’ der gibi. Zaten Japon hükümeti uzun süre Amerikalılar’ın atom bombası ve bunun halk üzerinde sebep olduğu yıkımla ilgili  sorumluluk almayı reddetmiş. Ta ki 1950’de ‘Atom Bombası Kurbanları Tıbbi Yardım Yasası’ çıkarılıncaya kadar.

Gölge: Ne ironi! Ne bekliyorlardı ki! Amerikan hükümetinin özür dileyip tüm kurbanlara Green Card vermesini mi! Bu yüzden dedin değil mi hiç kimse yüzde yüz masum değildir diye! İtaatkâr bir toplum olan Japonlar bunun bedelini, kendi hataları olmayan, hükümdarları tarafından verilmiş bir kararla 2500 Amerikan askerinin öldürülmesine misilleme olarak atılmış iki atom bombası altında kül olarak ödediler. Hayatta kalanlar ise ölmeyi yeğledi.

Lisbeth: Kül olsalardı da kul olmasalardı! Savaştan sonra 1945’te Japon İmparatoru Hirohito, Amerikan işgal yetkilileri tarafından politik tüm güçleri elinden alınmış sembol bir monarşinin başı olarak ülkeye adeta hediye edildi. Ayrıca Hirohito, Japon imparatorlarının, güneş tanrıçası Amaterasu‘nun soyundan geldikleri için doğuştan ilahî olduklarına dair Japon inanışını da reddettiğini açıkladı. Sonsuz kibre sahip bir Japon imparatoru için ne zordur kim bilir?

Gölge: ‘Mutlak hükümdar’lıktan ‘anayasal monarşi’ye düşüş!

Lisbeth: Halk için bir yükseliş. İtaatten itidale, tebaa olmaktan halk olmaya geçiş. Sonrası, kocaman bir ordu kurması yasaklandığı için savaşmayan ama sevişen bir toplum! Şaka bir yana dünyaya teknoloji ile hükmeden bir nesil!

Gölge: Hikayenin sonuna geldik ama… bomba anına götürmedin beni…

Lisbeth: Gerek yoktu ki. Azıcık empati yapman için parçalanmış gövdeler, duvara siluetlerini bırakıp kül olmuş canlar, bir hastane dolusu kan selinde yüzen yaralılar, vücudundan koca koca parçalar koparken amaçsızca oradan oraya yürüyen insanlar, müthiş ışımanın etkisiyle o anda neyin önünde duruyorsa onun fotokopisini bedeninde taşıyan çocuklar, kadınlar görmene gerek var mıydı?

Gölge: (Ağlamaktadır.)

Lisbeth: Amacım üzüm yemekti, bağcıyı dövmek değil. Hem bırakalım okurlar John Hersey’in makalesini ilk elden okusunlar. Çeviri de yapsak ‘spoiler’ vereceğiz, hiç gerek yok.

Gölge: Sen bilirsin… Hem o an orada olmanın ne anlamı var ki, hiç kimseye yardım edemedikten sonra?

* * *

Japon hükümetince, 31 Mart 2009 itibariyle Japonya’da 235.569 Hibakusha yaşadığı ve yaş ortalamalarının 75.92 olduğu bildirilmiştir…

* * *

(Gölge: Bence Ocean’s 14 çekilmeliydi.

Lisbeth: Saçmalama. Suyu çıkardı o zaman filmin.

Gölge: Neden? Fast&Furious’ların suyu mu çıktı yani?

Lisbeth: Çıktı elbet, çıkmadı mı? Daha iyi bir fikrim var: Siz yeni bir polis gücü kurun. Adını da Ocean’s 155 koyun. Kuş uçurtmazlar lan memleketinizde. Neden? Çünkü hem hırsız, hem polis!

Ben: Ya arkadaşlar hikaye bitti siz hala lak lak lak lak! Ne bu yahu? Sonra 31 bin kelimelik makale yazacağım adamlar yayımlamayacaklar dergide!

Lisbeth: Zaten yayımlamıyorlar! Hatırlatayım e-dergi o! Bayanlar-baylarrrr Gölge e-Dergi’nin basımında hiç kağıt ve mürekkep harcanmamıştır, duyurulur!

Ben: Şimdi gelirsem yanınıza! Yumurtadan çıkmış da kabuğunu beğenmiyor hanfendi!

Sizi dayak paklar sonunda bak demedi demeyin! Editöre şikayet etcem sizi!)

*[ ] içindeki diyalog aşağıdakinden alıntıdır:

Dagget: You are pure evil!

Bane: I’m necessary evil.

(The Dark Knight Rises, Nolan, 2012)

Bu yazım Gölge Dergi’nin 107. sayısında yer almıştır…

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s