GÖLGE DERGİ # 108 | MACERA 9: ICH BIN EIN BERLINER

img_7233
 
Burada tarih yazacağım. Gerçekten. Ama masal formatında. Çünkü bir kaç günlüğüne de olsa bugününe gittiğim bir ülkenin geçmişine yolculuk edeceğim. Orada değildim ki ‘Oldu, bitti’ diye anlatayım. ‘Olmuş, bitmiş’ diyeceğim. Orada olanlar düşünsün.
(Gölge e-Derginin 100. sayısından beri kahramanlık ve sakarlıklarıyla bizimle olan benim kahramanım Gölge ve Steig Larsson’dan çaldığım, daha çok ödünç aldığım bilgisayar hacker’ı Lisbeth Salander; bu sayıda, 1 Eylül Dünya Barış Günü’nden bahsedeceklerdi. Geçmişe gidip. Benim geçmişime. 80’li yılların sonu, 90’lı yılların başında, her 1 Eylül’de Ankara hipodromunda tertiplenen Livaneli konserlerinden birine. Hani, ‘Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz’ın, bir hipodrom dolusu insan tarafından hep bir ağızdan söylenebildiği günlere… Artık çok geç. Geçmişe gidip duygusal olabilmek için çok geç. Bu yüzden Gölge ve Lisbeth’e senelik izin verdim. Hangi yüzyılda ve nerede olduklarını bilmiyorum. Umarım yine ortalığı karıştırmazlar!)

Ortalık bundan daha fazla karışamaz gerçi. Ne izi, ne izine karıştı belli değil. O yüzden ben de körükle gitmeyeyim. Yangına. 27 Şubat 1933 Reichstag yangınına.

Bir varmış, bir yokmuş. Bir zamanlar bir Alman İmparatorluğu varmış. I. Dünya Savaşı sonrası, imparatorluktan küçüle küçüle ülkeye dönüşmüş. Bu ülkenin, onu yeniden imparatorluk olarak görmek isteyen bir lideri varmış. Dolayısıyla kendi de imparator olmak istermiş. Adı Hitler’miş. O aralar Hitler ülkenin ‘Şansölye’siymişyani tarafsız bir cumhurbaşkanının yanında başbakan gibi asıl ülkeyi yöneten kişiymiş. 1933’te Reichstag’da, yani Almanlar’ın millet meclisi binasında yangın çıkardığı için bir işçi tutuklanmış. Hitler bunu ‘Komünistler Almanya’ya, hem de kalbine saldırdılar bakın’ diyerek propaganda malzemesi yapmış. Derken Almanlar, Drittes Reich yani Üçüncü Reich ismi verilen Nazi Almanyası’na yumuşak geçiş yapmışlar. 2 Ağustos 1934’te Cumhurbaşkanı Hindenburg da ölünce, 19 Ağustos’taki referandumdan sonra, Şansölye ve Cumhurbaşkanı’nın tüm yetkilerini bünyesinde toplayan Hitler, Führer – Lider seçilmiş. Seçilmiş yani. Millet bildiğin sandığa gidip oy vermiş. Çünkü sloganı buymuş:  Ein Volkein Reichein Führer – Tek Halk, tek İmparatorluk, tek Lider! 

Sonra kırmızı-beyaz-siyah gamalı haçlı bayrağını kapan meydanlara koşmuş. Sağ eller havada hep bir ağızdan haykırırlarmış: Heil* Hitler! Derken II. Dünya Savaşı çıkmış. Hitler oraları buraları bombalamış ve işgal etmiş. Milyonlarca kendinden olmayanı; Yahudi-Çingene-komünist-Marksist-Leninist-vs diyerek toplamış. Devamı La Vita est Bella,  Anne Frank’ın Hatıra Defteri, Schindler’in Listesi… Okuyun, izleyin, izletin…

Acılı kısımları kısaltmalarla geçmeliyiz. Almanlar öyle yapmışlar. Hitler ve yaptıkları için ‘Denkmal für Die ermordeten Juden Europas – Katledilmiş Avrupalı Yahudiler Anıtı‘ adını verdikler beton bloklar dikerek özür dilemişler tüm dünyadan. Allah affetsin, pardon Tanrı affetsin demişler. Tanrı kimseyi 6 çocuğunu birden zehirleyerek öldürmek zorunda bırakmasın; Hitler’in sağ kolu Joseph Goebels’in karısı Magda Goebels gibi…

Bu arada Reichstag yanık ve kubbesi yıkıkmış hala. 1945’te II. Dünya Savaşı bitmek üzereyken, 30 Nisan’da Hitler intihar etmiş. Yine 1945’te Berlin; Rus-Amerikan-İngiliz ve Fransız işgali altındaki bölgeleri ile dörde bölünmüş. Sonra bu dört ülke Müttefik Kontrol Konseyi kurmuşlar. 2 Mayıs 1945’te Ruslar Reichstag’ın gönderine, yani faşişmin kalbine Rus bayrağını çekmişler.

Aradan 16 yıl geçmiş. Berlin şehri 4 ayrı ülkenin kontrolü altında iken ikiye bölünmüş. Berlin’in Fransız-İngiliz-Amerikan işgali altındaki Batı kesimi yüzü batıya dönük ilerlerken, Rus işgali altındaki doğu kesimi insan hakları, ekonomik ve tüm diğer özgürlükler bakımından geri gitmiş. Üstelik doğu kesimi, her gün yüzlerce insanın bavuluyla batı kesimine geçip bir daha asla dönmemesine engel olamıyormuş. Böylece Doğu Berlin’in Ruslar’a hizmet edecek iş gücü azaldıkça azalıyormuş.

Ruslar, 7 Ekim 1949’da kontrol altında tuttukları Doğu Berlin’de Alman Demokratik Cumhuriyeti’ni kurmuşlar. Ve 1949’dan 1961’e kadar doğudaki komünist ve yasaklı yönetim, batıdaki kapitalist ve kapitalist olduğu için renkli, sürekli gelişen ilerleyen sisteme o kadar çok nüfus vermiş ki, 13 Ağustos 1961 gecesi, ansızın, Doğu Berlin-Batı Berlin arası tüm kara-tren-yaya yollarını kapatıp asker yığmışlar. İki gün içinde hızlıca Das Maurer – Berlin Duvarı’nı inşa etmişler. Adına da ‘Antifaschistischer Schutzwall – Antifaşist Koruma Duvarı’ ismini vermişler. Bu Almanlar’ın da işi ne zormuş. Aşağı tükürüyorlar faşist, yukarı tükürüyorlar komünist. Kim, kimi, kimden koruyorsa artık.

Reichstag ise hala yanmış ve yıkıkmış. Günümüzde Berlin’in simgesi olan Brandenburg kapısının önünde önce kocaman bir tabela konmuş: ‘AchtungSie verlassen jetzt West-Berlin – Dikkat! Batı Berlin’i terk etmek üzeresiniz.’ Ve sonra kocaman çirkin bir duvar. Üstelik 16 Haziran 1961’de Neues Deutschland gazetesinde çıkan başlıkta Alman Demokratik Cumhuriyeti lideri Walter Ulbricht ‘Niemand hat die Absichteine Mauer zu errichten – Kimsenin bir duvar inşa etmeye niyeti yok!’ demiş. Ve Doğu Berlin, Batı’dan, Ruslar tarafından sessizce ve sinsice ayrılırken, Kennedy, 19 Ağustos 1961’de, Almanya’da neler olup bittiğini anlamak için yardımcısı Lyndon Johnson’u ta Amerikalar’dan göndermiş. Ama Batı Almanya Şansölyesi Konrad Adenauer, rahatını bozup da ancak 22 Ağustos 1961’de başkent Bonn’dan Batı Berlin’e gelebilmiş. Politikacılar işte… Oistemeye gelince her yerdeler, halkın başına çorap veya duvar örülünce deve kuşu misali körler…

Duvar örülmesi ve her yere ‘vur’ emri verilmiş nöbetçiler konması Doğu Berlin’den kaçanları korkutamamış. Demir perde altında kalıp her gün biraz ezilerek ölmek yerine, (belki de) ‘Ya istiklal ya ölüm’ diyerek duvara sınır pencerelerden kendilerini aşağı atmışlar, nehre atlamış yüzmeye çalışmışlar, dur ihtarını dinlemeden duvardan atlamaya kalkışmışlar. Kimi kurtarılmış, kimi boğulmuş, kimi vurularak iki ülke arasındaki bölgede kimse müdahale edemediği için kan kaybından ölüme terk edilmiş. Duvar yüzünden ölen genç-yaşlı, kadın-erkek pek çok insanın arasında 5 yaşındaki Türk çocuk Çetin Mert de varmış. Zavallı çocuk, Oberbaum Köprüsü’nde oynarken nehre fırlayan topunun arkasından suya düşünce, Batı Alman tarafının ulaşamaması, Doğu Alman tarafının umursamaması nedeniyle boğulmuş… Çocuklarınki de ne kader. Masum ama ölüler. Batı ya da doğu değil, her coğrafyada öyleler.

Führer’in 1933 Mayıs’ında (muhtemelen) Büyük Alman İmparatorluğu hayaliyle yanıp tutuşarak Üçüncü Reich’a başkent yaptığı Berlin, önce dört ülkenin kontrolü altına girmiş; sonra da kelimenin tam anlamıyla ikiye bölünmüş. Doğu Berlin, Doğu Almanya’nın başkenti, Batı Berlin ise soğuk savaş sırasında 2 milyon insan ile Almanya’nın nüfusu en kalabalık şehri olurken; iki dünya devi  ülkenin ideolojilerini dayatması sonucu kapitalizm vs. komünizm, serbest piyasa vs. kapalı ekonomi, özgürlük vs. tutsaklık, ifade özgürlüğü vs. düşünce suçu gibi pek çok zıtlığın ve ayrıştırmanın başkenti olagelmişler.

Ve maalesef Reichstag hala yanık ve yıkılmış bekliyormuş. Batı ve Doğu Alman hükümetleri bölünmenin verdiği (keyifle) güçle, kendilerine yeni birer parlamento binası kurmuşlar. 

John F. Kennedy, (dayanamayıp) 22 Haziran 1963’te Batı Berlin’e gelmiş. Batı’ya gelmiş ama Sovyet çizmesi altında ezilmiş Doğu Berlin halkına (demokrasi getirmek için işgal ettikleri tüm diğer ezilmiş dünya halklarına yaptıkları ve yapacakları gibi) ‘Ta Amerika kıtasında yaşasak da kalbimiz sizinle’ mesajını iletebilmek için şu (sonradan) meşhur cümlesi ile biten konuşmasını yapmış: All free men, wherever they may liveare citizens of Berlin, andtherefore as a free man, I take pride in the words Ich bin ein Berliner – Neresinde yaşarsa yaşasınlar, Berlin’de yaşayan tüm insanlar özgürdür ve bu nedenle ben, özgür bir adam olarak, şu cümleyi söylemekten gurur duyuyorum: Ben bir Berlinliyim.’ Fena değil. Etkileyici. Ağlamaklı. Keşke ‘Ben bir Doğu Berlinliyim’ de deseydi. Ama diyememiş.  Özgür bir batılı adam olarak Doğu Berlin’e asla geçememiş.

Kennedy’den tam 1 ay 2 gün sonra, 28 Ağustos 1963’te, Washington’daki Lincoln Anıtı’nın basamaklarında, Martin Luther King, kendi meşhur sözünü söylemiş: ‘I have a dream – Benim bir hayalim var.’ Benim de var. Tüm duvarların yıkılması. İçerideki ve dışarıdaki. Kafamızdaki ve sokaktaki. (Break down the wall.)

Bak sen. Kenedy’den 24 yıl sonra ise meslektaşı Ronald Reagan, Brandenburg kapısının önünde yaptığı konuşmasında ‘Come here to this gate. Mr. Gorbachev, open this gate. Mr. Gorbachev, tear down this wall! – Bu kapıya geliniz. Mr. Gorbaçov, bu kapıyı açınız. Mr. Gorbaçov bu duvarı yıkınız!’ diyecekmiş. Ne demişler, aklın yolu bir. (Mother, should I run for president?)

Reichstag hala ve hala yanık ve yıkılmış ve terk edilmişken, dünya, 68 kuşağıyla, Beatles’la, Jimi Hendrix’le, Nelson Mandela’yla, tanışmış, Amerika’ya Reagan, Rusya’ya Gorbaçov hükmetmeye başlamış. El sıkışmışlar, öpüşmüşler, glasnost, perestroyka derken 11 Kasım 1989’da Berlin Duvarı yıkılmış. 

3 Ekim 1990’da ortadan ikiye bölünmüş bu ülke, Almanya, çizgiyle ayrılmış yerlerinden yeniden uhuyla yapıştırılır gibi birleştirilmiş. Reichstag’a gelirsek… 18 Haziran 1995, saat 17.00’da Christo ve Jeanne Claude tarafından 100.000 metrekare alüminyum kaplı kumaş ve 15.600 metre mavi propilen ip kullanılarak sanat eseri şeklinde paketlenmiş. Bir nevi artistik şov mahiyetindeki paketli haliyle 2 hafta boyunca milyonlarca turisti kendine çeken bina, restorasyonunun bittiği tarih olan  19 Nisan  1999’da yeniden açılarak hayat bulmuş.

Yangında yıkılmış olan kubbesinin yerine, içindeki helezon şeklindeki merdivenlerden ziyaretçilerin şehri seyredebileceği şeffaf yeni bir kubbe yapmışlar. Mimar Norman Foster’a ait bu kubbe planı 66 yıl kimsesiz ve metruk kaldıktan sonra Alman demokrasisinin simgesi haline gelen binaya her gün binlerce ziyaretçi gelmesini sağlamış.

***

Peki, bu masalın herhangi bir yerinde pikabın iğnesi plağı, kırılan tebeşir kara tahtayı çiziyor gibi bir ses gelmedi mi kulağınıza? Tuhaf gelen bir şeyler yok mu? Ya da tanıdık?

Neyse biz işimize bakalım. Masal, masaldır. Çocuklar ya da büyükler için fark etmez. Amaç güzel ve derin bir uyku çekmenizi sağlamak. Hem minicik kuzuları yiyen kurt, Hansel ve Gretel’i pişiren cadı, kendi ((şımarık) çirkin kızlarını baloya götürüp Sinderella’yı evde bırakan üveyanne bu anlattıklarımdan daha korkunç bence.

Ne diyorduk… Bütün bu yangınlar, savaşlar, işgaller, bölünmeler, duvarlar olmadan önce ve dahi olup biterken, Almanlar; 1810’da üniversiteyi, 1844’de hayvanat bahçesini, 1850’de müzik okulunu, 1855’te reklam sütunlarını, 1864’te tiyatroyu, 1887’de Berlin Filarmoni Orkestrası’nı, 1889’da doğa tarihi müzesini, 1896’da büyük endüstri fuarını, 1897 uluslararası otomobil fuarını (dikkatinizi çekerim daha 21. yy’a gelmedik), 1902’de metro ve Mercedes’i,  1916’da BMW’yi, 1919’da LGBT temalı film prömiyerini, 1923’te havaalanını, 1936’da olimpiyat stadyumunu, 1937’de Volkswagen otomobil fabrikasını… inşaa etmeyi/kurmayı/sergilemeyi başarmışlar. Onlar bunları yaparken biz Türkiye’de, yanmamış, yıkılmamış, (hele şükür) işgal edilmemiş, duvarla ortadan ikiye bölünmemişiz ama (sanırım) hep yan gelip yatmışız. Bizim de tüm dünyada ilerleyecek sanatımız, galerilerde sergilenecek resimlerimiz, büyük salonlarda seslendirilecek müziğimiz varmış. Atlantik ötesi uçacak uçağımızı, çöllerde hız testi yapacak arabamızı yapacak aklımız varmış. Ama (anlaşılan hiç) kullanmamışız.

Fiilen olmasa da ülkemizi yüzde elli/yüzde elli  ikiye bölmüşler. Görünmeyen duvarlarımızı yıkın diye Putin’le bir araya gelecek ve (yalan da olsa) bizi birbirimize yakınlaştıracak bir Amerikan başkanımız da olmayacak yakın gelecekte. Çünkü ilk seçimle gelecek olan Amerikan başkanı da tam bir faşist. (Gerçi biz doğuyla dost olduk artık. Hıh. Batı düşünsün. Aynı anda bir kaç erkeği idare eden kötü kızlar gibi, mavi boncuk kimdeyse bizim gönlümüz onda nasıl olsa!

O yüzden bizi bölen görünmeyen duvar yıkıldı, birleştik, kucaklaştık, inatlaştık, insanlaştık, özgür opera-bale-tiyatro-sinema-konser-gazete-dergi sergiledik/yazdık/çizdik/söyledik vs derken memlekete aklı başında bir Merkel gelip bizi yönetinceye kadar önümüzde nereden baksak en az 55 yılımız var. 

Müsterih olun. O zamana kadar başınızı derde sokmayın.

 

 

*Heil: Yaşasın, selamet, kurtuluş manasında.

Bu yazım Gölge e-Dergi Eylül 2016 sayısında yayımlanmıştır... İllüstrasyon Mehmet Kaan Sevinç…

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s