Previously on Gölge:
G. G. Marquez, hikayemizdeki anti-kahramanlarımızın greve gitmesi nedeniyle bana yardıma gelmişti:
Marquez: Bak kızım, insanların hak, eşitlik ve adalet talep etmeleriyle ilgili yazı yazmak zordur. Hele işçilerin grevleriyle ilgili haber yapmak, grev yapmaktan daha zordur. İşçi olunca da çekersin. Dert çekersin, mesai saatini iple çekersin, kura çekersin, çile çekersin. Hiçbir patron senin hakkını korumak için uğraşmaz, ürettirdiği mala ve kazanacağı paraya bakar. Durum böyle olunca sendika kurarsın ya da kurulu bir sendikaya kaydolursun. Sonra greve gidersin ve zaten hakkın olan şeyleri istersin. Ha, bu arada sendika başkanın dönemin bakanları ile Hilton otellerde yemekler filan yiyip hakkın olanı almaman üzerine kurulu bir düzende, ağzında en kaliteli Küba purosuyla kahkahalar atarken, sen ya hiçbir şey elde edemezsin, ya da coplanıp yerlerde sürüklenerek tutuklanırsın. Bu dünyanın kanunu böyle maalesef. O yüzden bu yola baş koyman lazım. Her türlü haksızlığa -sana yapılmasa da- başkaldırman ve adaletin herkese lazım olduğunu unutmaman…
Fakat Gölge ve Lisbeth’e grev fikrini aşılayan çılgın intikamcı karakterimiz Ybani, grev alanına gelen ve meydanlarda her biri diğeri hakkında -küfür de dahil olmak üzere- atıp tutmalarına rağmen, işlerine gelince halka karşı işbirliği yapan tüm o politik kuklalara sinirlenerek bağırmaya başlamıştı:
Ybani: Yeter be! Sardınız sağımızı solumuzu! Ne yaptınız bugüne kadar dünyayı güzelleştirmek için! Siz politikacılar! Siz şairler, yazarlar! Siz şarkıcılar, türkücüler! Ne düzeldi ha? Ne düzeldi? Hangi ölümler azaldı? Hangi kadınlar tecavüze uğramaktan kurtuldu? Hangi küçük çocuklar gelin olup kocaman adamların koynuna girmek yerine sınıfına, okuluna gidebildi? Hangi işçiler eşit ve adil çalışma saatleri elde etti? Hangi madencilerin ölümleri istatistiklerde 301 sayısını doldurmaktan başka anlamlar ifade etti? Hangi kalkan polisi korudu? Hangi miğfer askeri korudu? Hangi barış süreci ezeli aynı ülkede yaşayan halkları ebedi kardeş yapabildi? Kesin artık zırvalarınızı! Şiirinizi de, şarkınızı da, resminizi de ananızı da alın gidin! Ben, bu dünya düzenini sağlayanların anladıkları dilden konuşan on iki babayiğit asker buldum kendime! şimdi korkun gazabımdan!
***
Olay yatıştı. Grev sonlandı. Gölge ve Lisbeth işçi olarak tüm haklarına kavuştu. Castro’nun “İnsanların da -bu saatten sonra bir manyağın çıkarabileceği bir savaştan sağ çıkabilenlerin- mevcut bütün ‘ist’leri literatürden silip yenilerini bulmaları lazım. Hem o Trump’a da benden selam söyleyin, kendini fazla ciddiye almasın!” cümlelerini takip eden Lisbeth, patronunun tatil meselesini karambole getirdiğinin farkındaydı:
Lisbeth: Tatil meselesinin farkındayım Gölge, ama ben Castro’yu dinledim ve ‘ist’siz güneşleniyorum burada.
***
Bu arada İsveçli yazar Stieg Larsson’dan (ödünç) aldığımız diyelim, anti-kahramanımız Lisbeth sadece Türkçe öğrenmekle kalmayıp, bizim geleneklerimizi de kavramaya başlamıştı. Tabii eleştiri hakkını da kullanarak:
Lisbeth: El şeyiyle greve gidersen olacağı budur!
Gölge (gülmekten kırılarak): Sen Türkçe’yi öğenmekle kalmadın! İnanmıyorum! Ne dedin sen yaaa?!
Lisbeth: Siz Türkler çok romantiksiniz tarih konusunda. Aslında her konuda. Seçimlere, referandumlara ve siyasi partilere bile romantizmle, aşkla yaklaşıyorsunuz. Halbuki halka ve Hakk’a aşık ne adamlar gelmiş geçmiş şu Anadolunuz’dan. Köroğlu’na duyun aşkınızı bakın ne demiş:
Fakir fukarayı incitmen sakın
Mal yemez tamahkar zengine bakın
Pir Sultan Abdal’a duyun aşkınızı bakın ne demiş:
Kurtulaman Ezrail’in elinden
Dünya dolu malın olsa ne fayda
Dadaloğlu’na duyun aşkınızı bakın ne demiş:
Hakkımızda devlet etmiş fermanı
Ferman Padişah’ın dağlar bizimdir
Yunue Emre’ye duyun aşkınızı bakın ne demiş:
Doğruya varmayınca, mürşide yetmeyince
Hak nasip etmeyince, sen derviş olamazsın
Ahmet Arif’e duyun aşkınızı bakın ne demiş:
Ard arda kaç zemheri
Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu
Dışarda gürül gürül akan bir dünya
Bir ben uyumadım
Kaç leylim bahar
Hasretinden prangalar eskittim
Prangaları hasetten değil, hasretten eskiten adamlara aşık olsaydınız.Siz bunca söz söyleyen, gücünü halktan alan adam varken memleketinizde, gücünü halka rağmen, halka karşı kullanan adamlara aşık olmuşsunuz! Kula kulluk etmen diyenlere değil, sonuna kadar biat edin diyenlere aşık olmuşsunuz! Sonra bu körü körüne aşktan faydalanan adamlar sizi sömürünce, neden, neden, neden! Batıda elin adamı dedikleriniz, yani biz, kar-zarar olayına bakarız oy verirken, bir yere bir kişiyi seçerken. Ülkeme ne fayda getirecek, çocuklarımızın geleceğine ne katkıda bulunacak, mutfak masraflarından tutun da ülke ekonomisine kadar ne etkisi olacak, bu parti veya bu kişi bana ne verecek diye düşünürüz. Siz aynı Osmanlı’daki gibi ‘Ne olursa olsun, ben ona canımı veririm’ fikrini güdüyorsunuz. Hem de sene 2017 olmuş hala!
Gölge: Yahu bizde her şey var. Ortaya karışığız biz. Ama ne birlikteliğimizden bir kuvvet doğuyor, ne ayrılmamızdan! Ortadoğu mistisizmi var, mırra var. Kafkas soğukkanlılığı var, kımız var. Trakyalı kan kaynaması var, köçek oynatması var. Akdeniz sıcaklığı var, karsambacı var. Karadeniz delikanlılığı var, hamsili pilav var, kuymak var. Ege efeliği var, zeytinyağlısı var. Doğu maçoluğu var, tandır kebabı var. İç Anadolu kavrukluğu var, tarhanası var. İstanbul beyefendiliği ve hanımefendiliği var, rakı sofrası var. Güney Anadolu ve Toroslar göçebeliği var, acılı kebabı var. Say sayabildiğin kadar! Bizim belgesellerimizde, belgeleri sel alır! Onlar bile bir romantik bakış açısıyla çekilirler. Osman Amca’nın tarlasını çekirge basar. Fatma Teyze’nin koyunlarının yünleri azalır. Keçecilik mesleği unutulmaya yüz tutar. Akbaş köpeğinin nesli tükenir. Bizim belgesellerimiz acıklı bir müzikle başlar, ağlamaklı bir ses tonuyla sunulur!
Lisbeth: Evet, çünkü duygusal filmlerden alıntı ya da esinlenmiş müzikler kullanılır belgesellerde. En son izlediğim duygusal Türk filmi de Kırgız romancı Cengiz Aytmatov’dan uyarlama zaten: SELVİ BOYLUM AL YAZMALIM! Bir de benim anlamadığım, bütün filmlerde Anadolu’daki kadınların hepsinin başında yazma, yaşmak, çember, şal, başörtü adı her ne olursa olsun örtü var ama, parlamentonuza başörtülü bir kadın milletvekili girince kriz yaratıp onu kovdunuz…
***
“İnsanları tek tipleştirmek isteyen rejimlere kızdık, karşı geldik ama kendi ülkemizin çok renkliliği içinde boğulduk. Köyden kente göçe engel olmak şöyle dursun, köyünden uzakta memleket hasreti çeken insanların dinlediği, türkülerin şehir hayatına göre ‘update’ edilmiş versiyonu olan arabesk müziği tu-kaka ilan ettik. Almanya, Türk işçisine nasıl davrandıysa, büyük şehrin insanı da kendi kasabalısına, köylüsüne öyle davrandı senelerce. Her yöreden gelmiş insanın İstanbul-İzmir-Ankara ağzıyla konuşmasını, giyinmesini, şarkı söylemesini bekledik. Tabii bundan en çok kadınlarımız etkilendi. Erkeğin -şalvar giyip sarık takmadıkça-bir pantolon bir gömleği vardı, kimseyi rahatsız etmedi. Şehirde yaşayanlar, köydeki anaları ile ninelerinin başörtülü olduğunu unuttu. Şehre her adım atan kadının, topuklu ayakkabı ile modern kıyafet giymesini bekledi. Düşünmedi ki, o insana ‘Başını aç’ demek, ‘Kıyafetlerini çıkart’ demekten farksızdı. Bunu yapan sıradan halk iken, halkın kurduğu parti üyeleri de milletvekili olunca aynı hataya düştüler. ‘Benim başörtülü bacım’ söyleminden seneler evvel, BENİM KADINLARIM, GENÇ KIZLARIM OKULA GİTMELİ, MESLEK EDİNMELİ, ERKEK EGEMENLİĞİNE MAHKUM OLMAMALI diyecek politikacılar gelseydi bu ülkenin siyaset meydanlarına, şimdi bu halde olmazdık Sayın Ecevit!”
Gölge ve Lisbeth, 2 Mayıs 1999 tarihine, Ankara’ya, 21. dönem Meclis açılışına gitmişlerdi.. Bülent Ecevit’in odasında konuşmaya başlayan Gölge’yi, bir iki partili susturmaya kalksa da, Ecevit bir el işareti ile onları durdurdu. Genç kadını, konuşması bitene kadar dinledi:
Ecevit: Her ülkenin siyasi hayatı hatalarla doludur, haklısınız Gölge Hanım. Benim en büyük hatam da az sonra Meclis salonunda başörtüsü ile gelmiş bir hanımefendiyi dışarı attırmak olacak. Maalesef tarihi değiştiremeyeceğimizi biliyorum. Gönül isterdi ki şurada elimi kolumu bağlayın da, içeri girip o hareketlerde bulunmayayım. İnsanların kafasının içini görmek yerine, kafasına taktığı örtüyle uğraşmayayım. Ama en çok da bu örtüyle nemalanacak yeni nesil politikacıların önünü açmayayım! Siz 2017’ye geri gidiniz. Bana anlattığınıza göre gelecekte yapacağınız ‘hayır’ işlerine daha çok ihtiyacı var insanların.
***
Mart 2017. Yer Türkiye.
Lisbeth: Yemin ederim ağlayacağım şimdi ya! Bir filmden bahsettim, maceramız Cahit Berkay’ın en ağdalı bestesine taş çıkaracak duygusallıkta ilerledi. Arkadaş sizin politikacılarınız da koltuklarına müthiş bir romantizmle bağlı. Öyle ki hepsi ‘Ben gidersem ne olur bu partinin/ülkenin hali!’ fobisiyle yaşıyor. Kimse kıçını koltuktan kaldırmıyor yahu!
Gölge: İyi de n’olmuş bu 2017 Türkiye’sine böyle?
Ecevit’le yaptıkları konuşma meyvelerini vermiş, Mazilet Partisi İstanbul milletvekili olan Kerve Mavakçı isimli hanımefendiyi meclisten kovdurmamıştı: “Burası devlete meydan okunacak yer değildir. TBMM özel yaşam yeri değil, devletin en yüce kurumudur. Burada görev yapanların kurallara uyması gerekir. Bu hanıma haddini bildirin,” dememişti. Ülke 17 yılda başkanlık sistemine geçmiş, geçmişiyle barışmıştı. Ülkenin politik geleceği, yine döne dolaşa 2017’de bir referanduma dayanmıştı. Her yerde asılı referandum afişlerinin üzerinde arkasında bir futbol takımı kadar Mezdeke dans grubu gibi yüzü peçeli ama revü kıyafetli birbirinden güzel kızlarla Mali Mağaoglu’nun resmi vardı. Referandum sorusu: ‘Ülkeyi yönetmeye devam edeyim mi etmeyeyim mi?’ idi. Amerikan başkanı Michael Jackson’dı, ölmemişti, beyazlamamıştı, hala zenciydi. Amerikan milli marşı ‘Beat it’ olmuştu. İngiltere yeniden monarşiye geçmiş, Leydi Diana memleketi Demir Leydi’den de daha iyi yönetir hale gelmişti. Avrupa Birliği’ne İngiltere’nin de katılması için toplantılar ve davetler yapılır hale gelmişti: BRITA-IN. Fransız halkı, çapkın erkeklerden bıktığı için Fransa’nın yüzü olarak seçtikleri güzel kadınları aynı zamanda da cumhurbaşkanı ilan ediyordu. Afrika hala aç, Güney Amerika hala fakirdi. Çin Japonya’yı işgal etmişti. Bizim için fark etmemişti. Nasıl olsa hepsi çekik gözlüydü.
Gölge: Küba’ya bak Allah aşkına! Küba n’olmuş?
Lisbeth: Castro’yu kurşuna dizmişler! Ve Raul Castro başa geçmiş. Havana’ya Disneyland açılmış! Küba Amerikan mandasını kabul etmiş! Hemen geriye dönmemiz lazım Gölge! Boşuna dememişler Türkçe’de ‘Beterin beteri vardır’ diye!
Gölge: Ya öyle deme n’olur İspanya’yı gezelim ondan sonra gideriz geçmişi düzeltmeye. Baksana Salvador Dali cumhurbaşkanı olmuş!
Lisbeth: İyi de biz 1999 yılına gitmiştik. Dali 1989 yılında, Leydi Diana 1997 yılında öldü. Bu nasıl bir kelebek etkisidir ki geriye doğru işlemekte!
Tam o sırada haber sitelerine bir son dakika haberi düştü: Ybani Rusya’da Raskolnikov ile birlikte bir suç çetesi kurmuş ve Fabergé yumurtalarından birini ele geçirmişti.
Birden Gölge ve Lisbeth’in yanına siyah müthiş bir arabanın içinde yakışıklı bir adam yanaştı:
Kızlar hep bir ağızdan: David Hasselholf!
Bir erkek sesi: Selam ben Michael Knight. Sanırım geçmişe gidip halletmeniz gereken işler var. Üstelik Ybani ile de başınız dertte. Ben ve arabam KITT yardımcı olmaya geldik.
Lisbeth: Vay canına! KITT sen ne olmuşsun yahu böyle! Eskinden bu kadar kıyak bir araba değildin!
KITT: Sevgili Lisbeth, ben de kendimi yeniledim. Ferrari’nin 70. yılı nedeniyle özel üretilen 1 milyon avroluk aracından Türkiye’ye yollanan iki tanesinden biri benim. Üzerimdeki siyah boya tam 12 kat. Bir dokun istersen!
Gölge: Lisbeth, arabayla sonra fingirdeşirsin, haydi atla da işimize bakalım. Bu Ybani o Fabergé yumurtasından başka ne yumurtlayacak acaba!
Lisbeth: Son bir şey soracağım: ‘Namus belasına gardaş yatarız zindan bizim’ derken kızı mı, kızı dağa kaldıran şerefsizi mi, yoksa her ikisini de öldürmekten mi yatar şarkıyı söyleyen adam? Ve cevabı az çok tahmin ettiğim için kızın günahı nedir!?
***
(Duygusal müzik bitti. Filmin son sahnesi kapandı. Aşklar bir telefon konuşması kadar kısaldı, ayrılıklar bir SMS’e düştü. Filmde Asya, her ne kadar aşkı değil de mantığı seçmiş olsa da, belki de mantık aşktı onun için. Sesleri kesildi aşkların, aşıkların. Sesli harfler hepimize küstü. Geriye filmden 2000’li yıllara ait şu başlık kaldı diyecektim, yazıya bu başlığı atacaktım ki;
SLV BYLM AL YZMLM
Yine gündem değişti. Malum…)
Bu hikayem Gölge Dergi Mart 2017 tarihli 114. sayısında yayınlanmıştır, illüstrasyon Gökçe Deniz…