Previously on Gölge:
Gölge: İşte şimdi yandık! Çabuk ver o 9.6 milyon dolarlık Fabergè yumurtasını bana!
Bir erkek sesi: Yanmadınız Matmazel! Mösyö Raskolnikov değiştirmedi ama yumurtayı ben değiştirdim!
Gölge, Lisbeth ve Ybani hep bir ağızdan: Jan Valjean!!!
Raskolnikov: Adi bir hırsız için ne onurlu davranış bayım!
Jan Valjean: Edebiyat tarihi benim hırsızlığım için çektiğim ceza üzerinden suç ve ceza kavramını yeniden yazmıştır Sayın Raskolnikov. Sizin gibi soğukkanlılıkla art arda iki cinayet işleyebilmiş adi bir katil değilim ben. Hele ki kendimi sıradan insanlardan farklı görerek büyük işler başarmak adına, o, sıradan dediğim insanları öldürmüş olmamın hiç ceza almaması gerektiğine inanan bir alık, asla değilim! Açlıktan ölmemek için ekmek çaldım ben!
Raskolnikov: Sizin sefiller’i oynayan hayat hikayenizle bu satırları dolduracak değiliz Mösyö Valjean! Ama hapisten firar edip, yıllarca adaletten kaçtığınızı göz önünde bulundursak, kimin adi bir suçlu olduğu ortaya çıkacaktır!
Gölge: Aranızdaki en adi suçluyu yakalamamız gerekirken siz durmuş Fransız ve Rus edebiyatı düellosu yapıyorsunuz! Haydi düşün önüme!
***
Gölge Dergi için aralıksız on beş aydır çalışan anti-kahramanlarımız Gölge ve Lisbeth çok yoruldular. Güzel bir tatili hak ettiklerine inandığım için onlara bu ay izin verdim. Bu arada ben de, kafamdaki bitmek bilmeyen seslere kulak vereyim dedim. Aylardır şu propagandası, bu propagandası, şuna kafa tut, buna kafa tut, ona bağır, ötekini ayır kafamız şişti. Şişmedi mi?
Hazır bahar gelmişken, sakin bir kafayla bahçemde oturup klavyemle baş başa kalmak istedim. Ama benim kafa, sandığımdan biraz daha karışıkmış galiba:
Sabah uyandım. Oğluma poğaçasını ve sütünü verdim. Onu okula bırakıp geri eve geldim. Sonra bizim kedi güruhunun çoğunluğu mutfakta hazır ola geçtiler. Neden mi? Sabah kahvaltısı için.
Hep diyorum şu kedilere de köpekler gibi bir öğün yemek vereyim, ama olmuyor. Ne zaman mutfağa girsem, “Annemiz bize ne verecek acaba?” bakışlarıyla benden önce doluşuyorlar mutfağa.
Kedilerin önlerindeki tabaklarına kuru mama koyuyorum. Az bir arbede ile yemeye koyuluyorlar. Zaten daha büyük bir kavgaya müsaade etmem. Her kedi cüssesi kadar beslenmeli. “Eşitlik, her zaman adalet değildir,” diye boşuna dememişler. Halbuki bu hizmetler için bana vergi de vermiyorlar. Tek verdikleri sevgi, paha biçilmez sevgi…
O esnada bahçedeki kulübesinde artık iyice sıkılan Golden Retriever cinsi köpeğim Şanslı, arkadaşları İstanbul ve Çakır’ın da kışkırtmasıyla “Beni dışarı çıkar” havlamasına başlıyor. Komşu evlerde bebekler ve yaşlı teyze var. Sesi kimseyi rahatsız etmesin diye aşağı inip bahçe kapısını açıyorum. Anında dışarı fırlayan Şanslı, gece boyunca serbest gezdiği için bizi ve tüm mahalleyi aynı dikkatle korumuş olan Sibirya kurdu kırması Çakır’la bir boğuşma tutturuyor.
Dün gece çiçekleri sulamadım. Sanki hepsinin boynu bükük. Üstelik güllere de bit sarmış. Geçen seneki ilacım olan arap sabunu, sirke ve su karışımından yapıp fıs-fıslayacağım.
Bu ev, bu bahçe benim imparatorluğum. Tebaam, ağzı var dili yok kediler ve köpekler. Haydi onlar bir şekilde sesleri ve vücut hareketleri ile isteklerini belirtiyorlar. Ya ağaçlar ve çiçekler? Değil bir gün, üç gün sulamasam “Bana su ver” diyebilecek bitki duydunuz mu?
Ben evimin ve bahçemin başkanı, partili başkanı, eşbaşkanı vs. değil; imparatoruyum. Kimsenin de buna itirazı yok. Yüzde yüz oyla başa geldim. Ama bir dakika… Böbürlenmeden önce güllere ilaç püskürtmem lazım.
Bahçemdeki pembe, kırmızı ve yavru ağzı güller hep ilaçlanacak. Sınır komşularımın gülleri de bu ilaçlamadan payına düşeni alacak. Çünkü komşumda çıkan yangın bana da sıçrar. Bunu biliyorum. Komşularımla sıfır sorun yaşamak istiyorum. Hem komşularımla, hem gülleriyle…
İlaçlama işi bitti. Şimdi oturup bir çay içebilirim. İmparatorlar böyle yapmaz mı? Tahtımda oturup bana birilerinin çay getirmesini bekleyeceğim.
O da ne? Şanslı ve Çakır boğuşmalarını bitirmişler, krem rengi bir Golden Retriever olan İstanbul ile beraber gözümün içine bakıyorlar. “Hadi gel yürüyüşe çıkalım,” bakışı bu. Evin etrafında dolanıyorlar ama ben olmadan kent ormana ve oraya giderken beraber arşınladığımız sokaklara gitmiyorlar. Hele hafta sonları Bulak mağarası güzergahında yürürsek eğer, bayılıyorlar. Ben de seviyorum o yolda yürümeyi. Onlarla yürümeyi.
Onlar bana sağlık ve mutluluk veriyorlar, ben de onların neşe kaynağıyım. Eğer onların bana gösterdiği ilgiye sevgiyle karşılık vermezsem bana ne denir?
Nankör…
Hala bir çay içemedim. Eve dönüşte yolda bir kirpi ölüsü görüyorum. Yoldan alıp otluk bir alana koyuyorum. Hem orada huzur içinde çürüsün hem de bir sürü araba daha gelip onun ölü bedenine çile çektirmesin diye. “Ölüye saygı” diye bir şey biliriz biz. Maalesef dirisine saygı duyamadığımız insanların, bari ölülerine saygı duyabilmek için.
Matem evine gittiğimiz zaman biz de başımızı önümüze eğeriz. “Ölüde ağlanır, düğünde oynanır,” der babam. Halbuki sen taziyeye gitmişsin, rahmetli kişi, o evin insanı, sen niye ağlıyorsun değil mi? Yok olmaz. Oynamayacaksan düğüne de gitme. Çünkü acı da sevinç de paylaşılır bizim buralarda. Paylaşılmayınca ne mi olur?
İsyan…
Farkında mısınız? Hala çay içemedim. Ektiğim ve diktiğim çiçekleri de sulayayım, belki o zaman bana bir rahat verecek imparatorluğum.
İçimdeki merhamet ve onun getirdiği vicdani sorumluluk “Önce bitkilerine su ver, sen sonra çay iç. İçmesen de olur. İşe gidince kahveden de söylersin çayı. Sonuçta kahveci de para kazanacak” diyor. Hiç bir vicdan bu kadar uzun konuşur mu? Benimki de latife.
Yolda Eflani’ye gelirken bir amcanın iki koyunu ve keçileriyle karşılaşıyorum. Sürüyü karşıdan karşıya geçirirken diyor ki:
“Kızım dikkat etmezsem bunlara araba çarpacak buralarda.”
“Ah aman Allah korusun amca!”
Fotoğraflarını çekmek üzere telefonumu çıkarınca amca çok güzel bir şey daha söylüyor:
“Kızım bunlar poz vermeyi bilmez…”
Ben amcayı tanımıyor iken onun keçileri ve koyunlarının canı beni ilgilendiriyor. Artık kendi imparatorluğumda değilim ama “can” her yerde kıymetlidir öyle değil mi? Her cana aynı kıymet verilmediği zaman buna ne denir?
Zulüm…
Keçilerin iki tane oğlağı olmuş. Bir tanesini işaret ederek “Bu düşürdü yavrusunu,” diyor. Ah yazık. Kıyamam ben ona. Elbet kesilecekler ve birileri yiyecek onları. Ama o zamana kadar canları bize emanet.
* * *
Akşam oluyor. Oğlum tüm gün süren okulundan servisiyle eve geliyor. O araçtan inerken, bahçeden bir taş alıp havaya atıyorum. Yukarı ve ileri doğru bir kavis çizerek en yükseğe çıkıyor. Ondan sonra aynı kavisi çizerek düşüşe geçiyor.
“Bak oğlum,” diyorum. “Fizik kanunudur. Bir cisim belli bir güçle yukarı fırlatıldığında, o güçle ulaşabileceği en yüksek noktaya ulaşmadan asla aşağı inmeye başlamaz.”
“Tamam da bunu neden anlattın şimdi bana anne?”
On dört yaş ergeni. Sabrı yok ki dinlemeye. Devam ediyorum:
“İnsanoğlu da böyledir. Böbürlene böbürlene yükselirken, yükselebildiği o en uç noktada sonsuza kadar kalacağını sanır. İşte orada kaderin cilvesi devreye girer ve en yükseğe çıktığı an, aslında düşüşe geçtiği andır.”
“Anne, iyi hoş da, ben hiçbir şey anlamadım bundan!” diyor oğlum, okul kıyafetlerini çıkardığı gibi bilgisayarının başına geçerken.
“Oğlum sana söylüyorum, memleketimin başındakiler siz anlayın,” diyorum ve tekrar bahçeye çıkıyorum.
Bir ergen olan oğluma söylediğim cümleleri kısa kessem de, kendi kendime konuşmaya devam ediyorum. Kocaman bir ülkede, üstelik sevgisini değil ama vergisini söke söke aldığı halkın yarısının üzerine basa basa yükselen bir insan, kendine etrafındaki dalkavukların gözüyle bakmaya devam ettiği zaman ‘DÜŞÜŞ’e geçtiğini göremeyecek kadar körleşmiş olacak. Ölüye ve dahi diriye merhamet göstermeyecek kadar bencilleşmiş, yönettiği kocaman ülkedeki her ‘can’ı eşit derecede kıymetli saymayı öğrenememiş bu insan, düşüşe geçtiği zaman yere çakıldığında mezarına değil bir gül dikmeye, bir damla su vermeye giden olmayacak.
Tevazu nedir bilmeyen, kendinden olmayanı ‘kılıç artığı’, kendi gibi düşünmeyeni ‘terörist’ diye damgalayan zihniyet, ancak bu zihniyetin gölgesini üzerinde hissettiği sürece kendini güçlü hissedebilen kör bir güruh yarattı. Mazlum diye adlandırılırken, güç eline geçince zalimliğe terfi eden bu tekinsiz kalabalık, güç gölgesinin başka isimlere kaydığını hissettiği anda, o gölgenin menziline girmek için ilk fırsatta yön değiştirecektir.
Çünkü bizde “Düşene bir tekme de sen vur” derler bazen. Komşusu tokken aç yatamayan bir millete böyle demek pek yakışık almasa da denmiş bir kere.
Din bilgisi işlerini, dil bilgisi işlerine karıştırmak istemezdim ama, herkesi kendi silahı ile vurmak gerekirse bir hadis-i şerifi hatırlatmam gerekir:
“Merhamet etmeyene, merhamet olunmaz.”
* * *
Neyse. Şimdi bir çay koymanın zamanı geldi. Kendi imparatorluğumda yaşayan tüm varlıkların karınlarını doyurup, sularını verdikten, ilaçlarını tedarik ettikten sonra, kimseyi tekmelemeden tokatlamadan ölüleri gömdüğüme, hepinizi kucaklıyorum dedikten sonra yüzdelere bölüp ayırmadan hepsinin gönlünü ettiğime göre bir çayı hak ettim öyle değil mi?
Bu hikayem Gölge Dergi’nin Mayıs 2017 tarihli 116. sayısında yayımlanmıştır. İllüstrasyon Tolga Tanyel…