Bu yazıyı 15 Ekim 1990 tarihinde yazmışım. ‘Mışım’ diyorum çünkü üzerinden o kadar çok geçmiş ki unutmuşum. Liseyi bitirip üniversiteye geçtiğim kışın başı… Ankara’da tüm ortaokul, lise ve üniversite hayatım boyunca kullandığım EGO otobüslerine kıllandığım bir an yazmışım anlaşılan… Buyurun beraber okuyalım…
Önümde, bir şeyler yazmaya çabalayıp, (hem) kendimi -ego açısından, hem de EGO’yu kendi açısından ki, bu, şu demek; eğer ilerde zengin olursam ve kendime bir BMW alırsam EGO benim gibi psikopat bir yolcu taşımaktan kurtulacaktı- tatmin etmekten çok daha önemli bir sorun vardı. O da, acaba ben bir psikopat mıydım? Her şeyden önce ‘psikopat’ ne demekti? Bilmeden kendime bu tanıyı koymak, marulu sadece yeşillik olduğu için salataya doğrayan birine onun lamina kenarının undulat yani dalgalı olduğunu anlatmaya benzerdi. Ya da benzemezdi. Her neyse.
Az önce sözlüklere baktım. Türkçe sözlükte ‘psikopat’ tanımı, yalnızca ruh hastası diye geçtiği için TDK’nu sevmedim. İngilizce sözlükte ise karakterinde kendini topluma girmekten alıkoyan sürekli ve tedavi edilemez değişiklikler taşıyan insan diyor ‘psychopath’ için.
Şimdi burada ufak bir sorun çıkıyor karşımıza. Çünkü ben topluma girememiş değilim. Bir okulum ve içinde arkadaşlarım var. Bir evim, bir babam ve bir annem (bu genelde böyle olur) ve bir kardeşim (bu böyle olmasa da olur-nihahaha) var. Ankara’da İstanbul’da New York’ta ve hatta bir alt sokakta çok yakın arkadaşlarım var. Ve eğer bu düşüncecikler tek kişilik sansür komitemden geçerse siz de okuyor olacaksınız. Yani binlerce insan daha beni tanıyacak! (Megalomanyak olmak için iyi bir sebep.)
Ama ben yine de kaçıyorum. Kaçsam burada olmazdım belki ama ya yazarak düşünmekten kaçıyorsam?
Beni kimse anlamıyormuş! (Bu kimsenin değil benim fikrim.) Bakalım bu kimse, beni anlayabilecek kapasitede miymiş bir sor! Bilinç üstüm, (dedim de aklıma geldi niye öyle bakıyorsunuz, bir şeyin altı varsa üstü de vardır) uydu anteni taktırmış, her gece bilinç altımın rüya yayınını izliyor. Bana kalsa dün geceki rüyamı Oscar’a aday gösteririm ama yok senaryo yetersiz, yok görüntü yönetmeninde iş yok falan demeyin.
Neler görüyorum neler, bir anlatsam hayretler içinde kalırsınız. Hayretler içinde nasıl kalınır bilmiyor musunuz? O zaman yarın, sabahın görme özürlü olduğu bir saatte bizim eve geliniz. Odam, soldan üçüncü kapı. Orada karşınıza çıkan ilk yatak benim yatağım ve üzerindeki yegane kişi de benim.
Kafanızı sağa çevirirseniz, duvarda binlerce (mübalağa) resim görürsünüz. İşin en ilginç yanı, ben onları ilk yapıştırdığım günkü kadar sevmiyorum. Üstelik onlara gözüm alıştı ve bana eskisi gibi ilginç gelmiyorlar. Her güzel şey insanda alışkanlık yaparsa ve zamanla onu fark etmemeye başlarsak bu onun için ne üzücü olur değil mi? Hele bu güzel şey bir insansa? Ama neyse ki resimlerim canlı değiller! Belki de canlılardır kim bilir? Yalnız resimdeki kırmızı 5.20i BMW bu durumdan pek hoşnut olmazdı eğer duvardaki resimden çıkıp kapımın önüne park edilebilseydi!
Bu da demek oluyor ki EGO, daha en az dört yıl benim elimde oynamaktan paçavra haline getirdiğim otobüs biletlerimi kabullenecek. Koltuklar, eğer yorgun değilsem, büyüklere nasıl uslu uslu yer verdiğimi ve eğer yorgunsam nasıl yerime çakılı kaldığımı görecekler. Yani ben EGO’yu tatmin edemeyeceğim demek oluyor bu.
Peki ya kendi egom?
Not: Resimdeki BMW tabii ki 1990 model değil. Ama daha havalı!