
Bir kadının yakından çekilmiş ıslak ve şaşkın yüzünün üzerinde ‘Love & Death – aşk ve ölüm’ yazısından ibaret dizi afişini görünce merak ettim. Eğer diziyi önceden duymadıysam veya tavsiye üzerine izlemiyorsam, sadece IMDb puanına bakmayı ve konuyu dahi bilmeden ilk sezon ilk bölümü izlemeye başlamayı tercih ediyorum. İlk 15 dakikada beni içine çekemezse ‘üzgünüm’ deyip her günümüz dizi ve film izleyicisi gibi ‘next-sıradaki’ diyorum ben de.
***
Dizinin künyesi: Love & Death
Başroller: Elisabeth Olsen, Lily Babe, Jesse Plemons
Sezon: miniseries, 1 sezon, 7 bölüm, 27 Nisan 2023
Dizi yazarları: David E. Kelly
Yönetmen: Leslie Linka Glatter, Clark Johnson
Executive producer: Nicole Kidman
Uyarlandığı kitap: ‘Evidence of Love: A True Story of Passion and Death in the Suburbs’ James Atkinson & John bloom
Yayınlandığı platform: HBOmax
IMDb puanı: 7.6
***
Dizi başlıyor. 70’lerin sonları ve 80’ler. Yer Amerika’nın en güney eyaleti Texas’ın kuzeyinde bir şehir. Ev hanımı bir anne. Bahçeli, ahşap lambiri duvarlarıyla, mutfağı ve salonu kocaman, günümüz için bile çok güzel bir ev. Kiliseye giden bir aile. Voleybol takımı kurmuş sportif ebeveynler. Bir dakika bu hikâye çok tanıdık. Ne deriz biz şüpheci dedektifler: Bir şey aynı gün ikinci kez başınıza geliyorsa tesadüf denmez, altında bir bit yeniği aranır.
Başroldeki kadının oynadığı karakterin adı Candy Montgomery. İşte şimdi buldum! Aynı isimli bir dizi daha izlemiştim: Candy.
***
Dizinin künyesi: Candy
Başroller: Jwssica Biel, Melanie Lynskey, Pablo Schreiber
Sezon: miniseries, 1 sezon, 5 bölüm, 9 Mayıs 2022
Dizi yazarları: Nick Anthosca, Robin Veith
Yönetmen: Michael Uppendahl
Yayınlandığı platform: Hulu
IMDb puanı: 7.2

HBOmax’ın Love & Death’i Hulu’nun Candy’sindan önce çekilmeye başlanmış. Ama Candy daha önce bitirilmiş ve yayına verilmiş.
2023 yapımı Love & Death’in yapımcılarından biri Nicole Kidman. Nicole, filmlerinden sonra oynadığı 2 muhteşem diziden benden tam puan almıştı: The Undoing ve Big Little Lies.
Şimdi Nicole’ün neden Candy ismiyle de çekilmiş bir dizinin konusuyla aynı bir dizi çekme riskini aldığı konusuna gelelim.
Dikkat spoiler içerir:
Candy’nin afiş cümlesi: “Inspired by disturbingly true events – Sinir bozucu gerçek olaylardan esinlenilmiştir”. Çünkü hikâye bir ‘true crime- gerçek suç’ hikayesi. Candy Montgomery isimli 30 yaşındaki Amerikalı kadın ve ailesi, aynı kilise mensubu Gore ailesiyle arkadaşlardır. Candy arkadaşı olan Betty Gore’un kocası Allan Gore ile bir ilişki yaşar ve bu ilişki bittikten sonra Candy, Betty’yi öldürür.
Şimdi bu kadar basit gibi görünen bir hikâye var. Ve bu hikâye 2 mini dizi bir de TV filmi olarak perdeye aktarılmış (A Killing in a Small Town, 1990, TV filmi). Gerçekten üzücü ve yıkıcı ama bir o kadar da ilginç olan hikâyeyi travmatize etmeden dramatize eden Amerikan dizi ve film sektörü insanlarına buradan şapka çıkarıyorum. Çünkü biz toplum olarak, gazetelerin üçüncü sayfa haberlerini teşkil eden bu gibi hikâyelerden ve gündüz kuşağında TV’lerde yayınlanan ismi lazım değil insanların sunduğu güya amacı suçluları yakalamak olan programlardaki travmalardan beleniyoruz. Başkalarının derdi bize kendi derdimizi unutturuyor. Hep örnek veririm, bizdeki belgesel müzikleri bile Selvi Boylum Al Yazmalım filmi tadında hüzünlüdür. Derin bir erkek sesi “Hasan Amca’nın 1000 koyunu vardı ama geçen sene çok soğuk geçen kışa dayanamadılar.” diye anlatır. Oysa Hollanda belgeselinde “Hans 1000 koyununu bu sene 2000’e katladı. Geçen kış çok soğuk geçti ama yaptığı standartlara uygun ahırlarda hayvanlar kışı sağlıklıca atlatmayı başardı.” diye anlatırlar tarafsız bir ses tonuyla. Biz, maalesef, hikayeleri arabesk sosuna bandırarak tüketmeyi seviyoruz. Neyse bu başka bir yazının konusu.
Gelelim bu gerçek cinayet hikayesine ve bunu konu eden iki dizinin kadın özgürlüğü üzerine bana düşündürdüklerine.
Mağara zamanlarında canları sıkılan insanların mağara duvarlarına resimler yaptığını gördük. Bu resimleri erkekler kadar kadınların da yapmış olması muhtemel. Zira Neandertal erkeğinin kadınına “Sen yapamazsın, sen çizemezsin, sen beceremezsin. Resim yapmak erkek işidir!” demesini gerektirecek bir neden yoktu. Yani o devirlerde erkeğin zihni, kadının erkeğin arkasından yürümesi gerektiği, sadece çocuk doğurmak için var olduğu ya da bir kadının şahitliğinin ancak yarım erkek kadar edebileceğine dair akıl almayacak dogmatik bilgilerle donatılmamıştı. Neandertal zamanlardan beridir bu bilgiler dışında erkek aklının çok da fazla bir şeyle donatıldığı söylenemez tabii ama bu da ayrı bir yazı konusu.
Tarihi hızlıca ileri sarıp, tüm dinlerin doğurganlığından korktuğu kadını evine hapsetmek için elinden geleni ardına koymadığı, kadının cadı-şeytan-büyücü vs ilan edildiği çağları da elimizin tersiyle itelim. Orta çağdan çıkalım, Amerika’yı keşfedip oraya yerleşelim. 8 Mart 1857’de New York’ta bir tekstil fabrikasında grev yapan ve yanan işçi kadınlardan bahsedelim. 25 Mart 1911’de yine New York’ta gerçekleşen Triangle gömlek fabrikası yangınıyla devam edelim. Ya da 1917’de Rusya’da çarlığı deviren eylemlerin Gregoryen takvimine göre 8 Mart’ta kadınlar tarafından başlatılan eylemlerle başladığı meselesine gelelim. Bütün bu olaylar yüzünden kutlanan 8 Mart Dünya İşçi ve Emekçi Kadınlar gününü analım.
1807’de oy hakkı ellerinden alınan ve 1920’lere kadar bunu geri alamayan Amerikan kadınına değinelim.
1903’te İngiltere’de başlayan kadınların oy hakkı hareketi Suffragette’lerin, 23 yıllık savaşmanın ardından 1928’de bu hakkı elde ettiklerini söyleyelim. 1923’te Türkiye’de Nezihe Muhiddin tarafından kurulan Kadınlar Halk Fırkası’nın etkileriyle 5 Aralık 1934’te zamanın Cumhurbaşkanı Atatürk önderliğinde TBMM’nin Türk kadınına seçme ve seçilme hakkını vermesinde duralım.
Dünyadaki bu hareketler kadın özgürlüğünün temsili bakımından bir fikir vermektedir ama yeterli değildir. Seçme ve seçilme hakkını dünyadaki pek çok hemcinsinden daha önce elde etmiş olmasına rağmen Türk kadınının bireysel manada kendi ayakları üzerinde durabilme yüzdesi 21. yüzyıla gelmemize rağmen hala düşük seviyelerdedir.
***
Dizideki hikâyeye gelecek olursak… Sakin ve sıradan bir hayat yaşayan maddi durumu orta-üst düzey olan bir aileye sahip ev hanımının, arkadaşının kocasıyla bir ilişki yaşayıp sonra da arkadaşı olan kadını öldürmesi hikayesinden kadın özgürlüğü meselesine nasıl geldik? Aslında tam da bu yüzden buradayız.
1900’ler, 20’ler, 30’lar, 40’lar, I. ve II. Dünya savaşları derken savaş sonrası Avrupa’sının işsiz, eşsiz, aşsız kalmış kadınlarıyla savaş sonrası Amerika’sının savaş ekonomisiyle zenginleşen kadınlarını görüyoruz. 69 kuşağı denen bir özgürlükçü akımın takipçileri, anneannelerinin seçme ve seçilme hakkı için sokaklara dökülmesine rahmet okutacak şekilde özgür olmak istiyor.
Simone de Beauvoir 1949’da yazdığı Second Sex– İkinci Cinsiyet kitabında diyor ki:
“Kadını götürüp mutfağa ya da süslenme odasına kapatıyor sonra da ufkunun darlığına şaşıyoruz. Kanatlarını kesiyor sonra da uçamıyor diye yakınıyoruz.”
Candy Montgomery tam da bu söylemdeki gibi mutfağa kapatılmış ve kanatları koparılmış bir kadındır. 70’lerin sonu 80’lerin başında, otuz yaşındaki bu kadın Amerika’nın kölelik yanlılığıyla bilinen güney eyaletlerinden Texas’ta yaşamaktadır. Coğrafya kaderdir ve Londra’da, New York’ta yaşayan, evlilik hayatının gerekleriyle çalışma hayatını aynı anda yürütebildiklerini ispat edebilmiş ve böylece iş hayatına atılmış nice hemcinsinden faklı olarak, Candy, harikulade güzel ve geniş evinin mutfağında önünde önlük, iki çocuğu ve kocası için yemekler yaparak hayatını sürdürür. Bu da köleliğin modern zaman versiyonudur.
Evlilik ve çalışma hayatını aynı anda yürütebileceğini ispat etmesi gereken tarafın neden kadın cinsiyeti olduğu ise sorulması gereken ayrı bir sorudur. Evde arkasını toplayan, çamaşırlarını yıkayan, yemeğini yapan ve çocuğuna bakan bir insanı olan herkes, cinsiyetten bağımsız olarak evlilik ve çalışma hayatını pekâlâ başarıyla sürdürebilir. Fakat uçarken kuşları, yüzerken balıkları taklit etmeyi akıl edebilmiş insanoğlu, memelilerde üredikten sonra süt sağlayıcı olanın ve yumurtlayanlarda üreme için kuluçkaya yatanın (İmparator penguen hariç) dişi hayvan olduğunu tespit etmiş, üç-beş yüzyılda bir gelen ve kadın için üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri dikte eden dinlerden gelen söylemlere de bir güzel sırtını dayayarak çalışma hayatında erkek egemenliğini ilan etmiştir. Sonra bu karanlık egemenlik evin sınırlarından da içeri taşmış, kadın, evin işleyişiyle ilgili bütün yükü sırtında taşımasına rağmen, finansal meselelerden tamamen eli eteği çektirilerek etkisiz hale getirilmiştir.
80’li yıllarda Amerika’nın güney illeri de hâlâ bu erkek egemenliği etkisi altındadır. Araba kullanabilme ve alış-veriş etme özgürlüğü olan Candy, yine de kendi için hiçbir şey yapmadığını ve sadece çocukları ve kocasını doyurup onları ve evini temiz tutmak amacıyla var olduğunu düşünebilecek kapasitededir.
Evliliğin, dünyada babasından sonra ikinci en mükemmel erkekle dünya evine girmek olduğu yanılgısını yaşamış, fakat hayatın -maddi anlamda bir sıkıntısı olmasa da- Candy’ye iç sıkıntısı veren dikenli yoları, kazın ayağının öyle olmadığını yani evlilik denen kurumun hayal ettiği kadar da mükemmel olmadığını Candy’ye göstermiştir.
***
Parantez açıyorum. Bence dünyanın ve Türkiye’nin yaşadığı (benim gördüğüm) en güzel yılları olan 80’li ve 90’lı yıllarda (tamam 70’ler de güzeldi!) ayağını yere basmaya daha yakın olan Türk kadını, zamanda geriye yolculuk ederek ‘Ben bilmem kocam bilir’ moduna geri dönmektedir. Ülkedeki okul sayısı ve imkanlarının artmasına rağmen üniversite mezunu işsiz sayısında yaşanan müthiş artışlar, okul okuyup meslek sahibi olmaya ramak kala insanları ‘orta halli bir evlilik yapayım da kocam bana bakar nasıl olsa’ mantığıyla hayata bakmak zorunda bırakmıştır. Bunun başlıca nedenlerinden biri, artık kız çocuklarının başka şehirde de olsa yüksek okul okumasına itiraz edilmemesi ama iş bulamayacağının garanti olduğu meslekleri edinebilmek için harcanmış 2 ila 4 yıldan sonra “hayırlı bir kısmet” bulunup evlendirilmesidir. Bu olay, genç kızların kocalarının hâkimiyetine girmeleriyle tek başına -babadan veya kocadan bağımsız- kendi ayakları üzerinde durabilen birer birey olabilme şanslarına veda etmeleri demektir. Parantezi kapıyorum.
***
Hikâyeyi bu kadar ilginç kılan da gayet sıradan bir hayat yaşayan, sıradan arzu ve istekleri olması gereken bir kadın tarafından hiç beklenmedik şekilde gerçekleştirilmiş bir cinayet olmasıdır. Yine tekrar ederek söyleyeceğim, bu hikâye bizim gibi travmadan beslenen bir toplumda farklı şekillerde anlatılırdı. 1980’de günümüzden 43 yıl önce olmuş bitmiş bir olayı “Vah vah vah! Kadın komşusunun kocasıyla ilişki yaşadı sonra da onu öldürdü! Tüh tüh tüh!” demeden anlatabilmek ayrı bir başarı. Ölen ölmüş kalan kalmış vurdumduymazlığı da değil bu tabii ki. Ölene ve ailesine saygılarını sunarak adı geçen şahısları canlandıran oyuncuları ve özellikle iki ayrı dizide katil ev hanımını canlandıran Jessica Biel ve Elisabeth Olsen’i ayrıca kutlamak istiyorum. Yalnız ilk izlediğim mini dizi olduğu için midir bilinmez benim gönlüm Jessica Biel’in Candy’sinden yana biraz. %51’le gönlümün kazananı o.
Nicole Kidman’ın iyi bir hikâye yakaladığını ve bu hikâyenin çekilmesi için yapımcılığa soyunduğunu fakat zamanlama talihsizliğiyle bu hikâyeyi çeken 2. ekipte yer aldığını düşünüyorum.
Size de her iki mini dizi serisini izleyip karşılaştırmak kalıyor izleyici olarak. İyi seyirler dilerim.