Demir, Cemre ile bir bahar akşamı çarpıştı. Sevinçli bir telaş içinde olabilirdi Cemre ama değildi, yalnızdı. Korkudan ve heyecandan genç adamı tekmeledi, tırmaladı, ısırdı. Derinden bakınca birbirlerinin gözlerine, Cemre’nin alevi Demir’i eritti, yaktı. Cemre’nin dayısı Orhan otuz yıl bir saat önce kendisini terk eden kadını hiç ummadığı bir Güneyşehir’de bulduğunda sormadan edemedi: daha önceleri nerelerdeydi?
“Su ve ateş, hava ve toprak gibi bulut ve kar da ayrı durmalıydı. Tıpkı erkek ve kadın gibi.” diye düşünüyordu Derviş. Ama bir ateş, hele bir Cemre düştü ki o Derviş’in yüreğine, nasıl için için yandı, nasıl için için kavruldu da kül olmadan önce nasıl deliye divaneye döndü kimseler bilemedi.
Cemre ne Sindrella’ydı elinde cam ayakkabısını getirecek prensi bekleyecek, ne Rapunzel’di upuzun saçlarını kuleden sarkıtacak, ne de çirkin ördek yavrusuydu, büyüyünce güzel, beyaz bir kuğuya dönüşecek. Aksine bunların hiçbirini okumamıştı. O-ku–tul-ma-mış-tı.
Murat okula gidecekti Cemre gidemezdi. Çünkü o, yün saçlı bezden bebeklere alt bezi bağlayan bir eksik etekti. Çünkü o, evde anasının dizinin dibinde kasnak tutan bir mahluk, Adem’in bir kaburgacığından lütfedilip yaratılmış bir Havva idi.
Bir yara kapanmadan ne kadar yaşanabilir? Kendini kanatmadan nasıl durabilir bıçak? Kıyamam sana dediklerin neden kıyar hep sana? Göz görmeyince gönül katlanır mı? Kanadı kırılan insan yine kanatlanır mı? Bugüne bakıp bakıp maziye atlanır mı?
Funny… Non sequitur