On dört bin yıl gezdim pervanelikte
Sıdk-ı ismin duydum divanelikte)
Hollywood’un çektiği en akıllıca film ‘How the Grinch Stole Christmas’dır bence. Birileri onların ‘krismıs’ı olan 24 Aralık gecesini ya da bizde 31 Aralık gecesi kutlanan ‘yılbaşı’nı ve hatta hayatımızdaki tüm önemli gün ve haftaları çalmalı diye düşündüm 31 Aralık 2010 sabahı saat 07.58’de iki ayağım bir pabuçta koştururken.
Saat 09.30 da oğlumun okulunda başlayacak yılbaşı kutlamalarına, arabam, Ankara’ya aileme götürülecek paketlerle ve kocaman bir tencere içinde alışılmadık bir misafirle yüklü olarak katılıp, sonra Eflani’ye gidip, orada işlerimi halledip, eve uğrayıp, kedilerime yemek verip, saat 15.30 da oğlumu okuldan alıp Karabük-Ankara karayolunda yola koyulduğumda; dolu bir depo ve karayollarınca yanımızda bulundurulması zorunlu eşyalarla beraber, tencere içindeki alışılmadık misafir de listemizdeydi artık:
ZİNCİR, TAKOZ, ÇEKME HALATI VE KIZARMIŞ BİR HİNDİ!
Yanımızda götürdüğümüz bir diğer alışılmadık misafir olan, üzerine krem şantiden karlar yağdırdığımız kekten yapılmış bahçeli bir ev şeklindeki demonstratif yılbaşı pastamızla beraber oğlum ve ben, kar da yağsa, yolda da kalsak, hangi kapıyı çalarsak çalalım kabul göreceğimizi düşünüp güle oynaya Ankara’ya vardık.
Ankara’nın tahmin ettiğim Cuma trafiğinin üzerine binmiş 31 Aralık akşamı trafiğinde en yakın arkadaşıma, az önce onunla beni birleştirebilecek olan ODTÜ-KIZILAY yol ayrımından aileme gidecek olan yolu seçerek geçtiğimi belirtmek üzere telefon ettim. Ama Jose Saramago’nun ‘Yitik Adanın Öyküsü’ adlı romanında İber yarımadasının ana kıtadan yavaş yavaş ayrılması gibi, Dikmen de Ankara’dan ayrılacak falan olursa, gideceğim ilk adresin kendisinin evi olacağını söyledim. Ona olan aşkımdan dolayı içini rahatlattığım için teşekkür etti ve moda deyimle organik, benim deyimimle ot çöp yemiş köy hindimle beni evine pekâlâ kabul edeceğini söyledi. Trafiğin insanın direksiyonu ve nar gibi kızarmış hindiyi bile bırakıp kaçasını getiren o ânı gelmeden varacağımız yere vardığımızda yeni yıla ve Grinch’in hırsızlar kralı olmasına 5 saat kalmıştı.
Gülen yüzler, anne(anne) yapımı mezelerle bezeli bir sofra ve karnı giderek büyüyen, muhtemel kız doğuracağı için halasına çekme ihtimali üzerine beni örnek alacağını şimdiden kabul eden; kardeşimden daha yakın kardeşimin karısı ile kapıda karşılaştığımda Grinch’in yılbaşımızı bu sene de çalmadığına duacı olarak girdim içeri.
(Şarkıcının sesi bitse de kulakta çınlamaya devam eden şarkı:
Deryaya yönelmiş sellere döndüm
Vakitsiz açılan güllere döndüm)
Oysa her günün Salı olması gerektiğine kanaat getirmiştim yılın sonu ve yazının başında. Pazartesi’ler sendromsuz geçmeyecekti, anlaşılmıştı. Çarşamba, selle mücadele ede ede yorulmuş, Perşembe, mübarek gün olma yarışında Cuma’dan hep bir adım geride kalmaktan yılmıştı. Cuma tatil akşamı olduğu için uykusuzluktan muzdarip, Cumartesi eğlense bir türlü, eğlenmese öyle evde bir garip. Pazar, banyo mu yapılsa, pikniğe kırlara mı çıkılsa, çamaşır mı, sinema mı, ütü mü derken saçını başını yolarak uykuya dalmakta idi.
En iyisi Salı demiştim kimseyle derdi olmayan. Doğum günü, yıldönümleri, anneler, babalar, çocuklar günü, hayvan hakları günleri, kadınlar madınlar, eşcinseller, yerli malı, PTT nin yüzbilmemkaçıncı kuruluşu… Artık saymayalım hiçbirini. Çiçekçilere ayıp olacak ama kartpostalcılar çoktan iflas etti zaten.
Zaten aklımızda tutamadığımız bir sürü kuruluş / kurtuluş günü varken..
“Allah kurtarsın” dendiği geldi aklıma hamileyken. Çok şaşırmıştım, nasıl yani? Kimi kurtaracak ki? Ve neden? Sonra dedim ki al işte kurtuluşu kutlanacak ve hatırlanacak bir doğum günü daha gelecek!
Konuşmaya başlar başlamaz ‘Hala’ demeyi öğreteceğim, iki yandan renkli tokalarla bağlı saçları ve boncuk gözleri ile makyaj malzemelerime bulanmış, yerdeki krem rengi halıyı da kendisi gibi maskaralamış olarak bana bakarken:
“Beyendin mi hayacığım?” diyecek bir cimcime geliyor.
Yemekten sonra torbamdan bebeğe başladığım hırkayı çıkarınca ben, yere saçıldı akıllı ipler. Ören salak olunca ip akıllı oluyormuş dedim, inanmadılar güldüler. Ama ören akıllı olunca ip de salaklaşıyormuş, n’aber?
***
(Belki bir gün seni görürüm diye
Leyla’sız Mecnun’u kendim sandım ben)
Yol boyunca bize eşlik eden Haluk Levent’in son albümü Karagöz ve Hacivat’tan nağmeler kulaklarımda çınladı durdu yılbaşı gecesi. Sabah uyandığımda gece göremediğim en yakın arkadaşıma gitmem için beni dürten şarkı Haluk Levent’in tekrar seslendirmesinden ve bize hatırlatmasından mutlu olduğum bir Nejat Yavaşoğulları şarkısı idi:
SENİ GÖRMEM LAZIM!
[Yine aynı albümde Haluk Levent, Haydar Haydar türküsü ile Ötme Bülbül’ü; güçlü, duygu dolu ve kendisini üzen yılların yükünü taşırken birazcık da çatlamış olan sesiyle seslendirirken, insanın tüylerini diken diken eden düzenlemesi ile Serdar Öztop’a da selam etmeden geçemiyoruz.]
***
Bu arada, yılbaşı gecesinden hepimizi gülüp geçiren bir anı, Noel Baba maskesiyle heybemizdekileri bacadan atamadıysak da kapıdan getirip verirken babam için icat ettiğim süpersonik aletin herkesi kıskandırması idi: Bu ailemize huyları bana benzeyecek bir kız torun geleceği için babama özel yapılmış, üzerinde “YA SABIR” yazılı bir mermer taşıydı!
Okurken gözümden bi damla yaş aktı kendiliğinden, engel olamadım. Benim canım tıbışımdan bi tane daha gelecek dünyaya fikri beni yine çok mutlu etti. Akşam babası gelsin de, ona da okutayım kızımızın planlarını:)) Bu arada “ya sabır” olayından dem vurarak yılbaşımızı çok güzel özetlemişsin, benim de yılbaşımız ile ilgili anlattığım ilk şey genelde o oluyo…