
Her gün işime gittiğim kırk kilometrelik yolun ortasında ağır ağır yürümekte olan kaplumbağayı görünce arabamı durdurdum. Ezilmesin diye yoldan alıp ulu köknar ağaçlarının arasına bıraktım. Ertesi gün yine aynı yerde aynı kaplumbağayı görünce, hayvanı yoldan almak üzere tekrar arabadan inerken “Ben tesadüflere inanmam,” dedim. “Bir polisiye yazarı için haklı bir söylem…” dedi kaplumbağa cevap olarak. Gözlerim fal taşı gibi açıldı.
Bir gün önce yolun sağ geçesine gitmeye çalışan yirmi santim çapındaki minik kaplumbağa, bu sefer de sol geçeye doğru yola çıkmıştı. Yine yolun ortasındaydı ve bir kamyon ya da yüksek bir aracın altında kalması an meselesiydi. “İlle de sol tarafa geçmek istiyorsun sanırım,” dedim, iki elimle minik hayvanı kaldırırken. Bir kaplumbağayla konuştuğumun farkındaydım. “Eh yönümüz belli olmalı değil mi?” dedi bu sefer. “Biliyor musun, bir kaplumbağanın bir tavşanı yendiği o yarış hikayesi bir mit aslında. Öyle bir şey yok.”
“Nereden biliyorsun?” dedim. “O kaplumbağa benim dedemdi,” dedi.
Ormanlık alanda sırtımızı bir köknara dayayıp sohbet etmeye başladık. Madem kaplumbağayla sohbet edilebiliyordu neden onunla konuşmayacaktım ki?
Minik kabuğunun altından minik bir sigara paketi çıkartıp bana da ikram ettiğinde şaşırma duygumu çoktan rafa kaldırmıştım. “Teşekkür ederim ama ben sigara kullanmıyorum,” dedim.
“Bir kaplumbağa bir tavşanı geçebilir mi hiç? Bizim milleti gaza getirmek için uydurulmuş eski bir hikâye bu. Aman siz çok iyisiniz, böyle anlısınız, böyle şanlısınız, bin atlı akınlarda çocuklar gibi şensiniz… Dur bu sonuncusu bizim gaza gelme cümlemiz değil. Neyse. Dedem derdi ki hepsi mizansenmiş zaten. Utanmasalar aya atılan ilk adımı da bizim attığımızı iddia edeceklermiş. Cümlesi bile hazırmış: ‘Bir kaplumbağa için yavaş ama insanlık için hızlı bir adım.’ Tabii ki biz de gaza gelmişiz, birimiz bile tavşanı yenebildiysek hepimiz yapabiliriz demişiz. Ama devamı gelmemiş işte,” dedi ve sigarasından çektiği derin nefesi üfledi.
“Ormandaki onca hayvanın içinden yanlış hayvanla yarışmışız. Kendi kendimizle yarışmalıydık. Bak bizim gibi sırtında evi barkı, odunu ormanı bile olmayan ve küçücük bir adada yaşayan hayvanlar yokluk yüzünden, darlık yüzünden makineler icat edip sanayi devrimi denen şeyi yaparken, biz başımızın üzerinde evimiz var ya, daha ne isteriz ki diyerek tevekküle dalmışız sürekli. Akdeniz kıyısında bulunan bir başka ülkedeki hayvanlar da özgürlük-eşitlik-kardeşlik diyerek mavi-beyaz-kırmızı renge boyayıp tüylerini, Tüyleri Sarayı’nı yakıp yıkmışlar. Bizeyse hiç sesimizi çıkarmamamız ve hep elimizdekiyle yetinmemiz gerektiği öğretildi. Fazlasını istememiz hiç istenmedi. Biz daha fazlasını istemeyi öğrendiğimiz zaman atı alan üçüncü köprüden karşıya geçmişti çoktan. Şimdi o tavşana gösterilip verilmeyen havucu bize gösteriyorlar ve biz havucun peşinde, kör atın kazığa döndüğü gibi kendi etrafımızda dönüp duruyoruz.”
“Çok karamsar gördüm seni kaplumbağa kardeş. Biraz ferahla, biraz oksijen çek içine. Bak Batı Karadeniz ormanlarındayız. Eflani yolundayız biliyor musun?”
Cebinden akıllı telefonunu çıkarıp bana ters ters baktı. “Neden yolun soluna geçmeye çalışıyordum biliyor musun? Yarın 1 Mayıs. Taksim’e bir gezi düzenlemek istiyorum. Ormandaki tüm hayvanlara SMS gönderdim. Ama tüm dandik bayram ve yeni yıl kutlama mesajları gibi ona da şöyle bir bakıp ‘delete’ ettiler telefonlarından. Bu çılgın tüketim çağında her şeyi tükettiğimiz gibi umudu da tükettik. Büyük büyük patronlar lüksün de lüksüne ulaşabilsin diye çarkları çevirirken iş kazasında yitip giden işçileriz biz. Beş yıldızlı otel yapmak için yaktıkları ormanlarda çoluk çombalak alev alev yanıp kül olan hayvanlarız. Karamsarım çünkü azınlığın çok’a, çoğunluğun ise az’a ulaşabildiği bir dünya hayal etmemişti Marx Das Kapital’i yazarken. Biliyor musun önümüzdeki tek ‘engels’ kendimiziz aslında. Kendimiz için bir şeyler istememiz, yollara düşüp baş kaldırmamız, meydanlarda gezi’p direnmemiz gerekiyor.”
“İyi de görmüyor musun meydanlarda gezi’p direnenlere neler oluyor? Çıkarıldıkları tüm mahkemelerde suçlu bulunuyorlar!”
“Devran döner yahu. Elbet sular da alçalır bu coğrafyada…” dedi ve sigarasını söndürdü. İzmaritin üzerine ön ayağıyla toprak atmayı da ihmal etmedi.
“Yola devam etmeliyim ben,” dedi. “Varabilirsem varırım. Varamazsam da yolunda ölürüm.”
Ben seni götüreyim, diyecektim, benzime gelen zamlar aklıma geldi. Yanlış yazmadım, benzine zam gelince her şeye zam geliyor, benzime de sararıp solma zammı geliyor aniden. Git-gel Eflani-İstanbul arası ne yakardı acaba benim araba? Hem kaplumbağa kendi gitmek istiyordu. Benim arabayla onu götürmem gibi bir kolaycılığı istemezdi sanırım. O yüzden teklif bile etmedim. Ama artık ona ‘kardeş’ değil de başka bir şekilde hitap etmem gerekiyordu.
“Yolun açık olsun kaplumbağa yoldaş,” dedim. “İnşallah Taksim’e girebilirsin.”
“Merak etme dönüp bakmazlar bile. Kimse asfaltta gördüğü bir kaplumbağa için iki gün üst üste durmaz. Hem tazıya tutturacakları onca kaçan tavşan varken, Taksim Meydanı’na girmek isteyen bir kaplumbağayı kim neden durdursun ki?”
***
Ertesi gün TV’de 1 Mayıs kutlamalarıyla ilgili haberleri izlerken Taksim Meydanı’nın tam ortasındaki yirmi santim çapında minik bir yuvarlağa gözüm takıldı. Bir de baktım ki bizim kaplumbağa yoldaş İstanbul’a varmakla kalmamış meşhur meydana da girmiş ve minnacık bir pankart bile açmış. Gözlerimi belerterek zorla okuduğum pankartta şöyle yazıyor:
“BÜTÜN HAYVANLAR EŞİTTİR AMA İNSAN KONUŞABİLDİĞİ İÇİN HAYVAN OLDUĞUNU KABUL ETMEYEN TEK CANLIDIR”
Yüzümde kocaman bir gülümsemeyle tam televizyonu kapatıp odama gidecekken babaannem giriyor salona. “Kendi iç dünyama döneyim diyorum her taşın altından sen çıkıyorsun babaanne. Adamlar beni mizah dergisine duygusal yazı yazdım diye işe aldılar, pat sen çıktın baş köşeye yerleştin. Köşeyi ben mi yazıyorum, yoksa başında yazmayla köşe başlarında komşuların dedikodusunu yaptığın günlerdeki gibi sen mi sansürlüyorsun belli değil!”
“Bak hele bak! Şu terbiyesize bak! Ben olmasaydım sen olmazdın be!”
“Ya ne alaka babaanne ya! ‘Telefonunu çıkar’cı amcalar gibisin. Sen olmasaydın ben niye olmayayım? Hususi sperm seçtin de babamı mı doğurdun? Annem de hususi yumurta seçti de beni mi doğurdu? Tavşanlar gibi önüne arkasına bakmadan, nasıl besleyeceğim, nasıl okutacağım diye düşünmeden üreyen bir toplumda nasıl olsa bir sürü çocuğun ve torunun olacaktı. Ben olmasam Ayşe olacaktı, Fatma olacaktı!”
“Densize bak! Tavşan ne be! Sen iyice arsız oldun benim başıma! Hem ne o kaplumbağadan bahsetmekler filan yazılarında? Benden daha mı kıymetli elin kaplumbağası? Gözüne dizine dursun verdiğim emekler!”
Babaannem, kocamış bir assolistin, yerine yeni yetme biri alınıp da ismi neon ışıklı tabelaya ikinci sırada yazıldığında girdiği histeri krizine girmişti. Artık onunla bu konuşmayı devam ettirmenin herhangi bir yolu yoktu. Gözüne dizine dursun kozu, bu oyunda hanımefendiliğini bozmadan oynadığı son kozuydu. Sonra sıra terliğe gelecekti. O yüzden kafama terliği yemeden evden sıvıştım.
***
Yolda yürürken aklıma Yılmaz Erdoğan’ın dizeleri geldi. Kendimce kaplumbağa yoldaşa uyarlayarak değiştirdim:
“Hep yarışacak değillerdi ya Yaşasın tavşan ile kaplumbağanın -asgari ücrette buluşan- kardeşliği!”
Bu yazım Tarama Ucu Dergi’nin Mayıs 2023 tarihli 12. sayısında yer almıştır.

Yorum bırakın