YANGINLI YAZI

Sonra annesiyle zorla misafirliğe götürülmüş ve misafir yanında konuşulacak konuları bitmiş ergen gibi kalakaldım. Sustum. Ben on beş yaşındayım. Gencim. Ergenim. Baharım. Her biriniz en az kırk yaşında ve bir ayağı çukurda olan sizlerle ne konuşabilirim ki?  Annesiyle zorla misafirliğe götürülmeyen zamane çocukları bilmez. Büyüklerin en favori sorusu şudur: ‘Büyüyünce ne olacaksın kuzum?’

Bir bakalım büyüyünce ne olmuşum? Bir kız evlat (küçükken de öyleydim ama pek esamim okunmuyordu). Bir anne. Bir hala. Bir karı (böyle deyince hiç hoş olmuyor yahu). Babamın soyadını taşırken girdiğim Öğ-Se-Ye-Me sınavıyla beni yerleştirdikleri okuldan aldığım diploma ile kocamın soyadını taşırken eczacılık yapar olmuşum bir de. O yüzden isimlere, soy isimlere çok takılmayın. ‘Tuğba’ da deseniz yeter bana. Eflani’de herkes tanır. Ha bir de Tuğba Abla ve Tuğba Teyze olmuşum ki oralara hiç girmemeyim.

Annelik güzel ama. Ve yaşlanmanın en güzel yanı çocuğunun büyüdüğünü görmek.

***

Sonra şarkı sıralamasında bir şarkı çalar: ‘Dünyanın o son günü sen beni arayacaksın.’ İnsana roman yazdırır bir cümle. İnsanın aklında kalır bir bakış. Son Bakış diye şiir yazdırır. Bir sürü dokunuşlardan, sıkı bir sarılış kalır insanın aklında. Âşık olunan, âşık olanı terk eder. Sonra sana ne, der âşık olan. Sensiz de aşık’ım ben sana. Sana hiç müdanam yok. ‘Yangın yerine döner yüreğim’ der bir şarkıda. İsyanın dibindeyken.

***

Yangın yerine döner yüreğin. Değil bir kova su iki damla su sepeleyenin yoktur. Memleket, köyün aklı başından gitmiş deli kızı gibi çırpınmaktadır tecavüzcüsünün adi kollarında. Sonra bu ülkenin geleceği nelere gebe acaba? Lan neye gebe olacak tecavüzcüsünün çocuğuna gebe işte! Çocukların hiçbir suçu yoktur bu işte. Ama bu işten en zararlı çıkacak olan onlar. Biriniz de çıkıp anlatmıyor ki, ben bu memleketin gençliği için neler yaptım? Herkes yapacaklarıyla övünüyor mikrofonlardan. Ama yapacağız’ın acak’lı gelecek zamanı hiç gelmiyor.

Kusturica’nın Underground’unda takılı kalmışız gibi yaşıyoruz. Büyü’lü gerçeklik mi arıyorsun? Büyü de gör başına neler gelecek. Büyüyüp de on yedine geldiğinde baban sana neler neler alacak gör. Hatta Kusturica da laf mı, ortalama bir Tarantino filmi kadar kan ve vahşet var her yerde. S1E9 bölüm süren mafya var. Rezervuar var, köpekleri var, bir zamanlar var, Anadolu’da var, nefret var, sekizli var, soysuzlar var, çetesi var. Var oğlu var.

Kadına tecavüz etmiş, bir de kesmiş parçalamış ayırmış inanmıyorum, diyorum. Kes sesini, diyorsun. Maçosun, kırosun, homofobiksin. Hatta homo sapiensfobiksin. İnsandan korkuyorsun. Kadının insan olmasından, insan doğurabilmesinden korkuyorsun. Saçının tek teline kurban olman gereken o kadının, açıktaki saç telinden korkuyorsun. Saç tellerimizin uzunluğu ağırlığında taş düşsün kafana. Senin her gün bekareti yenilenen huri fantezine hizmet edeceğime cennette, cehennemde paşa paşa yanarım daha iyi. Hazır her yer bu dünyada da yanarken.

Sakin ol Tuğba. Elindeki klavye ile savaşma. Ama sevişme de. Sevişilebilir olan klavye değil kavalye. Zurnanın zırt dediği yere gitme. Parantez aç. Paragraf başı yap. Yap işte para’lı bir şeyler.

***

Bir körlük yakıyor gözlerimizi. Herkes birbirine düşman. Herkes klavyesiyle sevişiyor geceleri. P kuşağı yetişiyor pandemiden mütevellit.

Ama bir sen biliyorsun ya her haltı, malumu savunan trol ağzı ile “Bizim eskiden hiç birşeyimiz yoktu!”. ‘Hiçbir’ birleşik, ‘şey’ ayrı yazılır. Sen git önce onu öğren. Üstelik güzeldik eskiden biz. Sabırlıydık. Akıllıydık. Bir Selami Şahin şarkısı boyunca âşık olan, Ümit Besen şarkısını dolmuşta Türkçeye çevirdik diye annemizden azar işiten çocuklardır.

“If you want me tell me tell me / eğer beni istiyorsan bana söyle söyle. If you love me kiss me kiss me / eğer beni seviyorsan öp beni öp beni.”

“Sus kız ayıp.”

“E anne, ama şarkıda öyle diyo.”

“Sus sus önüne bak. El aleme rezil mi etcen beni?”

***

Bir sürü işteş fiilden geriye o sarılış kalıyor hafızada. Hafıza da piç. Bilmem kaç yıllık Şevval Sam dizisi Müjgan Bey’i sen nereden ve nasıl hatırlarsın yahu?

Konu aşk meşk olunca hafızanın yatağının altındaki ayakkabı kutusunda biriktirdiği efemerası var sanırım. Atamıyor, satamıyor, silemiyor. Download da edemiyor. Öyle Bulut’ta saklıyor saf saf. Arada o bulut benim gözlerimden ağlıyorken / ruhum sana doğru akıyor gözlerimden sen yokken.

Bu şiirin sonu da buraya yakıştı. Eğer şairi izin verirse bir gün yazarım size tamamını.

***

Hafıza mı? Bana hafıza deme de ne dersen de. Ben benimkini aldırdım. Hiç acımadı. Saçlarımı kazımayacağını duyduğum zaman doktorun, sevincim bir kat daha arttı. Her ne kadar saçlarım uzun olsa da oluşacak boşluğu örtebilmek izin Mesat Mıratlıoğlu gibi saçlarımı bir o tarafa bir bu tarafa atmak fikri hoşuma gitmiyordu.

Kolay oldu. Soğuk ve uzun bir ameliyathane koridorunda -sonradan o koridorlarda üzerimde herkesle aynı giysiler ve boneyle bir yeşil penguen ordusuna katılmış gibi yürüyecek, saçımın ucu görünürse burada da günah olur mu hissine kapılacaktım- üşüyerek bekledim. Doktorun şefkati saçımı okşadı. Hep ameliyat masasında kalmak istedim. Ameliyat masasında kalmak istedim. Tıpkı kuaförde saçım yıkanırken gözlerimi kaparsam yakışıklı çırağın önümde diz çöktüğünü hayal etmem gibi.

Şimdi küçük, kirli, taranmamış saçlı bir kız çocuğuyum. Ama babam beni seviyor.

***

Yanıma gel demişti Özcan Deniz bir Halil Sezai şarkısını seslendirirken. Sene 2004’tü. Halil Sezai isyaaaaaaan etmemişti daha. Şarkıyı sahibinden dinlemeyin demiyorum. Dinleyin. Bana ne. Ben yandım siz de yanın. Yanımda discman’im kulağımda kulaklığım vardı o zamanlar. Belki o da dinliyor ve hâlâ ‘yanıma gel’mek istiyordur.

Kim bilir?

3 Ağustos 2021, Safranbolu.

 

Bu yazım Tarama Ucu Dergi’nin Eylül 2021 tarihli 4. sayısında yer almıştır.

Yorum bırakın

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑