
Yapmayın böyle şeyler,
sonra çizgi filmlerin sonunda oturup ağlıyorum ben…
İkinci yazımı (da) Tarama Ucu’nda gördüğüm anda Görevimiz Tehlike filminin jenerik müziği eşliğindeki fitil ateşlenmesi gibi bir şeyler oldu kafamda. Kelimeler turnikelere koşan derbi maçı taraftarları gibi bir darboğazdan geçmek üzere hücum ettiler. Bu darboğaz kalemin ucu. Kelimelerin kafamda attıkları deparının hızına kalemimin hızı yetişemedi.
“NBA All Stars takımına seçilmiş lise basketbol oyuncusu gibiyim. Fast&Furious filmine çağrılmış mahalle taksicisi gibiyim. Fuar Gazinosu’na Zeki Müren’in uvertür şarkıcılığına seçilmiş mahalli sanatçı gibiyim. Berlin Filarmoni Orkestrası’na seçilmiş Kumkapı kemancısı gibiyim. Michael Jackson’ın Thriller turnesine seçilmiş Hakan Peker dansçısı gibiyim. Shakira ve JLo’nun yanında Super Bowl Halftime Show’a çağrılmış popstar yarışmacısı gibiyim babaanne!”
Biraz daha uğraşsam “Göster bakalım pipini amcalara” kısmında ben koşacağım içeri ve derme çatma da olsa bir pipi bulup göstereceğim. Madem çok önemli bu pipi, kardeşim gösterebiliyor, benim de yapabilmem lazım değil mi? İşte çocukluğumdaki o heyecanla koşa koşa babaanneme gidip “Babaanne, babaanne! Gönderdiğim yazıyı Tarama Ucu’na koymuşlar!” diye bağırdım. “Neyin ucuna koymuşlar kız?” dedi, yakın gözlükleri burnunun ucunda, gözleri ve kaşları bana doğru kalkık. O anda pişman oldum. Bir babaanneye nasıl anlatılırdı ki dergi denen şeyin dijital olması. “Ay dergi işte babaanne. Adı Tarama Ucu dergi. Ama kâğıda basılı değil yani.”
“Haa şu bilgisayar denen zıkkımdan bakcaz desene. Netflişş gibi yani!” dedi babaannem. “İyi iyi, gençler okur. Kız sakın internette diye artı on sekiz şeyler yazıyor olmayasın. Bak baban gebertir valla!”
“Yok artık, ne artı on sekizi yahu! Merak etme sen babaanneciğim. Böyle konuştuğumuz gibi gündelik şeyler yazıyorum işte. Seni beni filan. Bu ayki dosya konusu kediymiş. Meşhur bir kediye selam göndereceğim ben de!”
“Amaaan sen de! Kediye selam mı gönderilirmiş be! Meşhur değildir bi kere olsa olsa mekruhtur, her yere tüy döker şimdi o pis şey!”
***
Beslediğim, büyüttüğüm, doğumlarını, sokak kedisi oluşlarını seyrettiğim, tırmıklarına, guruldamalarına, geceleri avaz avaz dişi kedi diye bağırmalarına, gezip dolaşıp gelip yorganımı ısıtmalarına, koku bırakmak için rafları, koltukları, duvarları ıslatmalarına maruz kaldığım; sevdiğim ama hep çok sevdiğim tüm erkek sarmanlarımdan kötü Kedi Şerafettin’e selam olsun.
Gırgır’lar, Hıbır’lar, Avni’ler; Galip Tekin’ler, Hasan Kaçan’lar, Latif Demirci’ler, Aptülika’lar, İrfan Sayar’lar, Ergün Gündüz’ler, VÖ’ler geçti tekrar gözümün önünden. İçindeki çocuğu kaldırıp rafa koymayan, aksine rafları, bu içlerindeki çocukların muzip tarafından doğan mizahla işlenmiş dergilerle dolduran insanlar; iyi ki varsınız.
On sekiz yaşında bir çocuğum var benim. Egemen kanalların bize dayattıkları da olsa, çok para harcanarak yapılmış Hollywood animasyonları da olsa, çoğu çizgi filmi kaçırmadan beraber izledik bugüne kadar. İzlemeye de devam edeceğiz.
Oysa kardeşimle ben, 80’li yılların başlarında TV’deki çizgi film iki dakika daha devam etse diye televizyonun gözünün içine bakarak büyüdük. Eminim böyle sabah akşam çizgi film yayınlayan kanallar olsa idi, o zamanki kadar kıymeti olmazdı gözümüzde.
Hep yabancı çizgi film kahramanlarına âşık olduk. Pembe Panter, Miki Fare ve arkadaşları, Arı Maya, Şeker Kız Candy, Heidi, Tom ve Jerry, He-Man, She-Ra; daha sonraları Rugrats, The Wild Thornberries, Cat-Dog, Phineas ve Ferb, Süngerbob, Scooby Doo ve tabii ki Garfield.
Bu Garfield, sarman, şişko, akıllı, kimi zaman zalim, sıklıkla küstah ama kucağınızda sıkıştırıp ısıracağınız kadar tatlı bir kedidir. Kedi sevenlerin hayatına mutlak bir kez, şanslı iseler birden çok kez giren kedi tipidir sarman. Jim Davis, bir köpekle yaşayan insanların köpeği her zaman başrole koymalarının ardından, evde bir kedi ve bir köpekle beraber yaşamanın bunu nasıl alt üst ettiğini anlatıyor tüm çizgilerinde. Senelerdir birden fazla kedi ve köpekle yaşayan biri olarak zaten bunu gözlemliyordum. Yalan yok, 13 yaşındaki dişi kedim Beyaz tüm hırçınlığıyla ve söylenmeleriyle başucumda yatarken, şu anki iki sarman kedimden erkek olan Sarı-Pi’nin ayrı bir yeri var gönlümde. Bu 5 çocuğu olup hepinizi ayrı ayrı seviyorum diyen anne karmaşası. Onların sevgileri uzay-zamanda yeri tarif edilemeyecek konumlarda duruyorlar insan kalbinde. Tarif edilemeyecek kadar aynı ama bambaşka…
Kötü Kedi Şerafettin’in hikayesi de Bülent Üstün’de böyle bir yerlerde başlıyor işte. Yine birden fazla (kendi söylediğine göre 25) kedi bakan bir ailenin, huyuyla suyuyla ‘ağır abi’ olarak diğerlerinden ayrılmış sarman erkek kedisi… Şerafettin kısaca Şero, Bülent Üstün askere gittiği zaman vefat eder, ama askerdeyken muhtemelen üzülmesin diye babasının bunu ondan saklaması sonucu bu haberi askerden dönünce alır: “Orada biraz sarsıldım aslında çünkü onunla karşılaşmayı hayal ediyordum. Yani onu da çok özlemiştim…” diyor Bülent Üstün ‘Çizgi Roman Yolculuğu’nda.
Hayvanları sevmeyenler anlayamaz buradaki ince ayrıntıyı. Hayvanları seviyor geçinip marka kedi ve köpeklerine pahalı mamalarla pahalı tasmalar takmakla hayvan sevdiğini sananlar da anlayamaz. Neyse, biz anlayabilenlerle yolumuza devam edelim.
İlk sarman kedim Cumali’yi İzmir’in Çandarlı ilçesinde tatildeyken evlat edinmiştik. Yola çıkacağımız sabah ara, ara, ara kediyi bulamadık. Ben Orhan Dayım’ın arabasında; babam, annem, kardeşim bizim arabada, arkalı önlü Ankara’ya yola çıktık. Daha on beş dakika geçmeden ben ağlamaya başlayınca Orhan Dayım geri döndü, kediyi bulduk. Çandarlı’da bir gece daha kaldık ve ertesi gün Ankara’ya vardık. Babam hala, kendi çok iyi bir şoför olmadığı için, o şehirler arası yolculukta bir kedi için(!) onları tek başına bırakan rahmetli Orhan Dayım’a ve bana sitem eder.
Ankara’ya gelince İncesu’daki küçücük apartman dairesinde bir kediye bakamayız diye Orhan Dayım kediyi yani Cumali’yi, Samsun’a, kendi evine götürdü. Yaz bitip de Eylül ayı geldiğinde, bütünlemelere çalışırken dizimde, annemlerin ısrarlarıma dayanamayarak bakmama izin verdikleri Yumak isimli erkek sarmanım uyuyordu.
Ankara’yı bilenler bilir. İncesu’dan Dikmen’e (yani bayağı uzağa) taşınınca Yumak’ı ve Yumak’tan sonra ‘Bunlar bir kediye bakıyorlar, bana da bakarlar herhalde’ diyerek evimizi ev edinen dişi kedimiz Tubuş’u Dikmen’deki evimize götürdük. O aralar Yumak zaten sokağa uyum sağlamış, bizi tanımamazlıktan gelen, suratı yara bere dolu bitirim erkek kedi modeli olmuştu. Onu Dikmen’deki eve alıştırmaya nafile çabaladım ve bir sabah erkenden balkondan çıktı gitti. Bu, bir erkek kedi tarafından ilk terkedilişimdi.
On dokuz yaşında kanserden ölen dişi Beyaz’ımın erkek kardeşi olan sarman Sarış, yerden omzumuza atlar, kocaman pençeleri ile hiç acıtmadan omzumuzda şal gibi dururdu. Ankara’dan Safranbolu’ya gelme maceramdan önce idi, bir kireç kuyusuna düştüğü zaman bembeyaz olarak eve gelip bizden yardım istediğinde, veterinerde kuaförlük hizmeti alarak temizlenen ilk ve son kedimiz olma şerefine eriştikten sonra Sarış da sokak kedisi olmayı seçerek evi terk etti.
Safranbolu’da taşındığım her eve uyum sağlayan ve asla benden ayrılmayı aklına getirmeyen Beyaz’ıma pek çok kedi eşlik edecekti. Bunlardan ikisi kısa süre aralıklarla bulduğum iki erkek sarmandı. Gitgide çoğalan, azalan, ölen, kaybolan, evlatlık verilen kedilere isim koymak çok zorlaştığı için sarman olanlara top yekûn ‘Sarı’ adını koymuştuk. Ama huylarını keşfedince biri ‘Puşt Sarı’ diğeri ‘Züppe Sarı’ olup çıktı. Tekrar ev değiştirince Puşt Sarı taşınma esnasında hiç ortalarda görünmedi. Züppe Sarı da o zamanlar epey kilo almış hali ile çocuklar tarafından Garfield diye sevildiği halde, yeni evimizden iki kere eski mahalleye göç etti. Üçüncü gidişinde ben de gidip geri getirmedim artık. Diğer mahalledeki arkadaşlarını, evin güvenli sınırlarına tercih etmişti.
Dişi hayvanların eve ne kadar bağlı olduğunu, özellikle dişi köpek sahiplendirmede ballandıra ballandıra anlatan ben, yine akıllanmayarak eve bir dişi biri erkek iki sarman getirdim. Ama o kadar güzel, o kadar ipek gibiydiler ki…
Erkek olan Sarı-Pi ve dişi olan Sarı-Mi bu kadar uzun süre beraber yaşadığım ilk kardeş kediler. Dişi olanı kısırlaştırdım, erkek olan ruhunda bir Şero barındırmadığı için (henüz) sakin sakin evde ve dışarıda gezmekte. Evde kısırlaştırma ergenliğine erişmeyen dişi kedilerime de yan gözle falan baktığını görmedim. ‘Puşt’ ve ‘züppe’den sonra, bu, evimizin ‘nazik’ sarısı diyebilirim.
Şimdi de başım, sokaktan bulunan kedilerin (genelde) dişi olması sebebi ile birkaç aydır kızım diye sevdiğim iki kedimle dertte. Meğer ikisi de erkekmiş! İkisi de sarı değil ama yaramazlıkta sınır tanımayan kediler. Birinin adı Pope(Papa)-the-Francis, diğeri Mob(mafya)-the-Francis. Mafya olan kedi, Michael Corleone’nin o masum halleri gibi gezerken, bütün pis işlerin ardından o çıkıyor. Papa da onun yaramazlıklarına genelde hiç tereddütsüz eşlik ediyor. Dinin ticarete, ticaretin dine alet edilmesi yüzyıllardır aynı olsa gerek.
***
Ben klavyenin başında yazımla cebelleşirken babaannem sinsi sinsi yanıma yanaştı:
“Al şunu bakıyım. Hacca giderken çektilerdi. Biyomendil fotoğrafmış. Pasaporta sığsın diye mendil kadar.”
“Napcam ben senin fotoğrafını babaanne?
“Oraya vercen.”
“Nereye?”
“Dijital mi dergi mi ne dedin ya? Seni yazacam dedin ya kız. Al resmimi de ver. İnternette resimsiz yazı olmazmış.”
***
Nerdeeeen nereye geldik? Kim bilebilirdi ki bir sarman kedi çizgilerinden fışkıracak, “İnsan mıyız ulan biz!” diye bağırarak arkasında Hollywood, Pixar falan olmadan beyaz perdeden bize seslenecek! Hem de ‘Bizden bir cacık olmaz!’ dediğimiz şu günlerde!
İlk defa animasyon bir filmden çıkarken “Oğlum, adam yapmış lan!” cümlesindeki ‘adam’ bizden biri: Anima İstanbul.
İlk defa “Tek bir adamın aklından çıkan, bazılarının ipe sapa gelmez olarak nitelendirebileceği bir rüya…” dediğimde (ki bunu Star Wars ve onu yaratan adam için demiştim), o adam bizden biri: Bülent Üstün.
İlk defa arka sahne İstanbul…
İlk defa müzikleri bizden. Düşünsenize başrolünde mahallenin ağır abisi tiplemesinde Şerafettin isimli sarman bir kedinin oynadığı bir çizgi filmin en duygusal sahnesinde Müslüm Baba çalıyor yahu!
Ratatouille’daki Paris güzellemesinin ardından, Şero’da bir İstanbul güzellemesi var ki, sinemalarda hele animasyonlarda kendi memleketimizden bir şeyler görmek alışık olduğumuz bir şey değil!
Adamın içindeki çocuk, kedinin içindeki erkekle, erkeğin içindeki kediyi ortaya çıkarmış. Çocuğunuz 13 yaş ve üzeri ise Şero’yu mutlaka beraber izleyin. Onun içindeki yetişkini bulması için, yaramaz bir kediden biraz küfür duyması canını acıtmaz.
Zaten hayat hepimize, her köşe başından, köyden, kentten ya da saraydan Kötü Kedi Şerafettin’ler sunmuyor mu? Bırakın, bizim gibi hazırlıksız yakalanmasınlar; ağızlarının uçlarında hazır küfürleri olsun çocukların:
“Hay a ve q harfleri!”
***
Gece herkes uyuduktan sonra tıpış tıpış gelen terlik sesleri. Babaannem başucumda.
“Kıııız, para da veriyorlar mı?
“Ne parası? Kim verecek babaanne? Gecenin üçü! Sen hâlâ uyumadın mı?”
“Dergiciler be! Veriyorlarsa yarısını isterim haberin olsun.”
“Babaanne yaaaaa!”
***
Benim hiç babaannem olmadı. Belki siz bana bir babaanne çizersiniz. Kim bilir?
Bu yazım Tarama Ucu Dergi’nin Ekim 2021 tarihli 5. sayısında yer almıştır.

Yorum bırakın