
Gönderilir anacım. Gönderilir. Sen hiç dert etme. Hem bak ne diyor adamlar: “Tarama Ucu… klasik anlamda bir çizgi roman dergisi de değil, tam olarak mizah dergisi de…” (Dane dane ayrı de’leri var cümlesinde, cümlesindeee.)
Saat sabahın 06.35’i. Normalde dürtseler kalkmam diyeceğim bir saat. Şeytan ya da daha sivri bir şey dürttü, uyandım. Tabii ki bir bağımlı olarak ilk iş telefonu elime aldım. Twitter’da “Tarama Ucu Dergi” beni takibe almış.
“Lala, Lala! Bu Tarama Ucu Dergi de ne ola?” diye ünledim içimden. Seyit Ali Aral’ın ismini gördüm takip edenler arasında. Lan bu işte bir iş var ama hadi hayırlısı. Abone oluyorum oldum derken, bir baktım. “Kimler geldi hayatımdan kimler geçti” şarkısı gibi dergi künyesi.
Oha Oğuz Aral dosyası! Oha Galip Tekin dosyası! Oha Vedat Özdemiroğlu da burada! Oha Latif Demirci, Atilla Atalay, Serhat Gürpınar, Bahadır Boysal! Oha Ergün Gündüz! Ortaokulda kabarık kıvırcık saçlarına her gün ağlayan bir ergenken aşıktım lan ben ona!
Gırgır’ı o zamanlar parasını bastırıp basılı olarak alabilirdim. Dergiler dijital mijital deyip dik(dörtgen) duruşlarını bozmamışlardı henüz. Babam “Kızım ne işin var bu abidik gubidik dergilerle? (Sonradan HIBIR ve AVNİ olarak mitoz bölünmeye uğradığı zaman yazar ve çizerlerim her iki dergide de olduğu için ikisini de almaya başlamıştım.) Git derslerini çalış. Bir de para mı veriyorsun sen bunlara?” diye sormuştur bir ara eminim. Sormadıysa da sorması yakındır. İyi ki sormuş. Çünkü ben babamın “yapma” dediği çoğu şeyi yaptım. Dergileri okumakla kalmadım, o dergilere yazı da gönderdim. Çünkü “Baba ben tabuları yıkıyorum!” desem, “Aman kızım elde yıka bulaşık makinesi mahvediyor her şeyi!” der babam. (Kendi tivitimden alıntıdır.) Ha, iyi ki var, o ayrı. Saat sabahın 06.35’inde kalkmış bu yazıyı belki de hâlâ ona inat (malum artık ortaokulda değilim) yazıyor olmazdım.
Hey gidi koca dünyanın gam yükü olduğunu kavrayabilecek yaşa geldim. Dergilerdeki çizgi-romanları severek okudum ama en sonunda “Bu saatten sonra ben çizgi-romanın çizgi kısmını beceremem, en iyisi roman kısmını yazayım,” dedim. Babamla mücadele verdiğim hayatımın ilk yarısının ardından, devam eden yarısında oğlumla kontrataklı bir kapışma içine girdim. “Anne mizah dergisi de ne yaaaa? Aç YouTube’dan filanca feşmekancayı izle daha komik inan!” dediğini duyar gibiyim şu an. Ne de olsa bana “Anne iyi ki 80’lerde doğmamışım, çünkü şarkıları berbat!” demişliği vardır keratanın. N’apıyım, yaşı kaç olursa olsun karşısındaki erkeklerle savaşmak Amazon kadını kadar Anadolu kadınının da bileğinin hakkı. Hem biz daha yetenekliyiz çoğu konuda. Onlar değil biz ayakta kalmışız günümüze kadar. En azından kocası, sevgilisi, yavuklusu filan tarafından öldürülmeyenlerimiz…
Erkeklerin “Nefes alsın yeter” kadar seçici olduğu günümüzde nefes kesici ilişkiler yaşamak için, nefesinizi, kesici-delici aletlerle kesmeyi arzu eden adamlardan uzak durunuz. Bu da benim aklını başına arada sırada da olsa toplamayı becerebilen bir kadın olarak, aklı bir karış havada olan genç kızlara buradan bir tavsiyem olsun. Gerçi, Z kuşağıdır, “Zurnanın son deliği şu kadın da bize akıl veriyor!” diyebilir, umurumda değildir. Dinlerse Jack Dorsey’e, dinlemezse Mark Zuckerberg’e kadar yolu vardır.
Bizim kuşak “gözlerinin içine başka hayal girmesin” diyerek pışpışladığı adamların ipiyle kuşağından çok çekti, hâlâ da çekmekte. Bu ise, başka bir yazının hikâyesi, tıpkı ortaokulda kabarık kıvırcık saçlarına her gün ağlayan ergen halimin hikâyesi gibi.
Bu arada “Senin oğlan halt etmiş, 80’li yılların şarkıları güzeldir yahu!” diye üzülenleriniz olacaktır aranızda. Şöyle söyleyeyim. O lafı söylediğinde ortaokulda olan oğlum, liseye geçtiğinde kız arkadaşıyla dans edilecek en muhteşem şarkının “Careless Whisper” olduğuna kanaat getirdi. Bir kadının millî mücadelesi boyunca her cephede savaştığı erkekler önünde sonunda ona hak verirler, siz merak etmeyin. Bu lafım da erkeklerin kulağına küpe olsun. İster sağ ister sol ister her iki kulağınıza birden. Benim için fark etmez. Zaten zamanında hak verseler, mücadele olmayacak o.
***
Şu anda gözümün önüne gelen çocukluğumun eski bir parkı. Yol kenarı. Tren yolu üstü. Gölgelik banklar. Kim bilir hangi bankanın adı yazıyordu üstlerinde? O zamanlar her köşede bu kadar banka yoktu memleketimde. O arada bir yerlerde kırılmış olmalı zaman. Dizide dedikleri gibi “Where we are? değil asıl soru. “When we are?”
Ben neredeydim herkes değişirken büyürken? İçimdeki küçük kız çocuğu neden bu kadar ısrarlı? Neden yazdıkları karşısında dehşete düştüm ve klavyenin üstünde titredim kaldım? Bana benzeme. Ben emekliyorum hayatı. Sen kalk ve yürü.
Kendimin bana ihtiyacı yok. Başıma buyruk. Annemin bana ihtiyacı yok. Başına buyruk. Kedimin bana ihtiyacı yok. Başında kuyruk. Fikirler kuyrukta. Ağlamaları beklemeye aldım, bir Barış Manço şarkısı dinletiyorum telefonda: sen gidince güller açar Gülpembe. Öldüğü zaman telefonlarda Barış Manço çaldı hep. Keşke bir daha…
Bir daha dedim de. İnsan bir acıyı iki defa çeker mi?
Neden güllerin sıra dışı olmasını ister insan? Ya da günlerin? “Her günüm ıstırap her günüm keder” şarkısının nesi var? Beğenmiyorsan dinlemezsin. Telefonda bir sonraki şarkıya geçmek o kadar kolay ki artık. Hayatımı da playlist’te shuffle yapmak istedim birden. Olaylar sıra-dışı olsun ki ben de beğeneyim. Sırayla olunca çok sıkıcı oluyor.
***
Mizah dergisine duygusal yazı gönderilir. Ülkemi kırk katırdan sonra kırk satırın beklediği şu günlerde mizah dergisine her şey gönderilir. Hayatımın en duygusal yazını yaşarken ben, belki şehre bir film gelir. Bir güzel orman olur yazılarda.
Ve hepimiz ‘gülümse’riz. Kim bilir?
08.26, 20 Temmuz 2021, Safranbolu.
Bu yazım Tarama Ucu Dergi’nin Ağustos 2021 tarihli 3. sayısında yer almıştır.

Yorum bırakın