BİR KEBAPÇIDA İSABEL ALLENDE’YE AĞLANIR MI?

Niye dağların başındaki duman hep pare pare? Neden yol vermez o dağlar yare? Niye o zülüf hep dökülür yüze? Dersini almış da ederken ezber, neden sürme gerekmez sürmeli göze?

Burnu fındık ağzı kahve fincanı da, alları ben giydim, sen giy kırmızıyı da, dane dane benlerini de gördük yüzünde, aynalı kemeri de vardı ince belinde.

Söğüt dalına yuva yapmış mandayı sevdik beraber. Ayva çiçek açmış yaz gelecek elaleme haber ver. Yüreğimde demlediğim çayı koyacak yok bir semaver. Nasıl geçti habersiz o güzelim yıllarım, sen benden ben de senden bihaber?

***

Sinirliyim. Patlamaya hazır saatli bomba gibiyim. Meyve suyu katılmamış molotof kokteyli gibiyim. James Bond’un elindeki trinitrogliserin dolu tek zeytinli martini gibiyim. İlk romanımdaki bandrollerin bazıları sahteymiş diyorum. Amaaan abla, şu dünyada her şey sahte, iki bandrolden ne olacak, diyorlar. Ulan bebek rahme düştükten dokuz ay sonra doğuyor, ben o romanı beyne düştükten dokuz yıl sonra tamamladım. Nakış nakış, ilmik ilmik emek verdim diyorum. Kimse iplemiyor!

***

Sonra Karabük’te kitapçı bile olmayan bir kırtasiyede İsabel Allende’nin ‘La Suma de los Dias-Günlerin Getirdiği’ romanına rastlıyorum. Kitabı alıp gittiğim kebapçıda Allende’nin bu romanı için yazdığı girizgâhı okurken ağlıyorum. Bir kebapçıda İsabel Allende için ağlanır mı? Neden ağlanmasın ki diyerek gözlerimi siliyorum.

Allende, California körfezine tepeden bakan evinin manzarasını tarif ederken bile kelimeleri bir kadın, bir anne, bir sevgili, bir âşık sıcaklığıyla sarıp sarmalıyor beni. O kadar özlemişim ki… Aylardır okuduğum çeviri hiçbir kitaptan bu lezzeti almadığımı hissediyorum. Halen âşık olduğu adam olan kocasıyla bir 8 Ocak sabahı uyanışını, evdeki bekçi köpeği olmaktan çok uzak sevimli hımbıl köpeğini, sabahleyin onu mutfağa çağıran mis gibi kahve kokusunu (ben hiç kahve sevmememe rağmen) öyle içtenlikle anlatıyor ki… İşte o içtenlik için birikiyor gözyaşlarım göz pınarlarımda. İspanya’da yaşayan yayıncısının arayıp “Çabuk ilk cümleni oku bana!” diye çığlık atmasının ardındaki gizli gerçeği açıklamıyor ama üzerinde sabahlığı ile elinde kahvesi, yeni romanını yazmak üzere evinin bahçesindeki ‘yazma ini’ne girişini tasvir ediyor. Ben biliyorum neden romanlarını 8 Ocak’larda yazmaya başladığını. Amcası, Şili’nin seçimle başa gelmiş tek marksist lideri olan Salvador Allende’nin 11 Eylül 1973 Şili Darbesi sırasında öldürüldüğünü… Salvador Allende öldürülünce İsabel’in Avrupa’ya sürgüne gittiğini… Sürgündeyken bir 8 Ocak günü Şili’de kalan ve artık göremediği büyükbabasına yazmaya başladığı mektubun nasıl ilk romanı olan La Casa de Los Espritus-Ruhlar Evi’ne dönüştüğünü… Ve o zamandan beri ufacık bir batıl inancını gelenekleştirerek romanlarını 8 Ocak’ta yazmaya başladığını… Belki de sadece iki satır yazıya değil, Şili’ye, Salvador Allende’ye, onunla beraber ölen milyonlara ağlıyorum bir kebapçıda.

***

‘Ben Marquez’in çok etkisindeyim,’ diyor bir şeyler yazmaya çalışan arkadaşım. Kıyamam sana, hepimiz etkisindeyiz Marquez’in! Çok fakir Güney Amerika’nın çok zengin hayal gücü olan yazarları dünya edebiyatının yol haritasını belirliyor, Afrika’dan köle diye getirtilen siyahi adam ve kadınların Amerika’nın ve hatta dünyanın tüm sportif hayatınının gidişatını belirlemesi gibi. Kader orospusu cilveleri bunlar.

***

Makyaj yapıyorsun, maymundan insana dönmen lazım. Sen ‘Maymunlar Cehennemi’ filmindeki Zira isimli kadın maymuna dönmüşsün. Keşke aynaya bakarak yapsaydın o makyajı! 

***

Bu yılbaşı kendimle barışmak için kendimi yemeğe davet ettim. Yaklaşık yarım yüz yıldır kavgalı olduğum kıvırcık saçlarımı da al getir dedim kendi kendime. Kozmetikçi raflarında görebileceğiniz tüm ‘bukle bilmemnaaptırıcı’ ürünleri tek tek denedikten sonra bukle mukle hak getire, parmağımı yeni prize sokmuşum gibi her seferinde elektriklenebilen c’anım saçlarımı…

Masaya oturttum herkesi. Beni, kendimi, saçlarımı. Kırmızı bir şarap açtım. Kırmızı akrep burcunun rengidir dedim. Güzeldir kırmızı. Tartışmaya başlamadan kendimle, kendimle olan dertlerimi masaya yatırmak istedim. Sordum kendime “Nedir benle olan derdin?” Eskiden olsa bıktık senden derdin. E ama insan nasıl bıkar kendinden, yok bir mahkeme ayıracak beni senden. Keşke alıp eline arzuhâlini anlatan bir belge, gideydin danışmaya bir hakime.

Derken yorgunluk çöktü gözlerime, kendi kendime bakamaz oldum. Masadaki dibine ışık vermeyen mumları elimi yakacaklar diye yakamaz oldum. Şavkım düştü denize saçlarım medusa gibi dalgalandı, denizde bir yakamoz oldum.

***

“Bir hikâye anlatmak ve akrabaları kızdırmak arasında seçim yapmak gerekirse profesyonel bir yazar ilkini seçer,” diyor Allende. 8 Ocak çok yakın. Belki Allende’nin izinden giderek yeni bir romana (benim ikinci romanıma) başlamam için Roman tanrıları (her iki manada da) bana bir işaret göndermişlerdir. Kapağındaki bandrolde kimin adı yazarsa yazsın o benim emeğim olacaktır. Kavga ettiğim ben’im.  

 

Bu yazım Tarama Ucu Dergi’nin Ocak 2022 tarihli 8. sayısında yer almıştır.

BİR KEBAPÇIDA İSABEL ALLENDE’YE AĞLANIR MI?” için bir yorum

Kendininkini ekle

  1. cümlelerin gücü adına ,nasıl da özlemişiz delişmen tasvirlerini ,kendinle eydişmelerini,merhum Cinozoğlunun ruhu sinmiş edebi yanına ,ne güzeldir bu dünyadan ben geçtim diyebilmek ve kelimelerle resmini yapabilmek ,Kalemin daim olsun kardeşim .eyvan yöre mutfağında bekleniyorsunuz …

Yorum bırakın

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑