Golden Retriever cinsi köpeğim ŞANSLI 16 Mayıs’ta doğum yaptı. Ama bu güzel haberi size verebilmek için bir ay beklemek zorunda kaldım.
ŞANSLI’nın on bir tane yavrusu oldu. Her ne kadar kendi cinsinden bir baba ile çiftleştirip Golden yavrular elde etmeye çalışsak da, siyah ve kangal tipi yavrular, babaların bahçemize giren kocaman bir kangal ve siyah av tipi bir köpek olduğunu kanıtladı.
Yapılacak bir şey yoktu, doğan her “can” bize emanetti. Şaşkın ve tedirgin anne ŞANSLI’nın yavrularının üzerine yatıp ya da kucağından atıp öldürmesine mahal vermeden yavrulara bakmasına çalıştık. Doğumun oluğu ilk günün gecesi geç saatlerde uyuduğumda 9 olan yavruların sayıları, ertesi sabah 11 olmuştu. Şükür ki bir aydır hiçbirini zayi etmeden yaşatmayı başardık.
Her şeyin markasının kabul gördüğü günümüzde yavrularımız Golden cinsi olsalardı daha kolay sahiplendirecektim. Şu an tek derdim cins olmayan -ama bana göre çok sevimli olan- yavrularımızı onlara ister evinde, ister köyünde, ister bahçesinde baksın, onları hayat boyu dost edinecek yeni sahiplerine verebilmek.
On bir tane yavrunun dördü erkek, yedisi kız ve dördü siyah yedisi kahverengi. Ama içlerinden biri var ki diğerleri büyürken o yarım kaldı. Bu yüzden onun adı YÜZDE ELLİ! Üstelik erkek! Küçük ama cevval, diğerlerinden minik olduğu için yemek tepsisine aradan karışabilen, her daim annesini emmede en ön sırada müthiş bir güzellik!
Yavrular annelerinin sütüyle sağlıklıca büyüyüp, bir buçuk aylık olduktan sonra yavaş yavaş yeni yuvalarına kavuşmak zorundalar. Çiftlik bile olsa kimse sonradan tekrar üreme ihtimalleri olan erkekli dişili on bir tane köpeğe bakamaz. Ama ne yalan söyleyeyim YÜZDE ELLİ’yi evde tutmak isterdim. Onun o miniminnacık halinden yavaş yavaş büyüyerek -belki de babası gibi- kocaman bir köpek oluşunu seyretmeye doyum olmazdı eminim. Maalesef hem bahçemizin küçüklüğü, hem konu komşumuzun dirliği hem de evde ne kadar çok canlı o kadar bakım zorluğu nedenlerinden dolayı onu da vermek zorundayım. Kim bilir evime yakın bir yerlere ya da Eflani’deki bir komşuma veririm YÜZDE ELLİ’yi ve o zaman ara ara da olsa büyüdüğünü görebilirim. Merak etmeyin sizi de habersiz bırakmam. Ne de olsa bu YÜZDE ELLİ artık hepimizin yüzde ellisi…
Şimdilik bebek maması ve et suyuna ekmek takviyesinden sonra annelerinin memelerine koşuyorlar. Dil, din, ırk, mezhep, tür, cins, cinsiyet gözetmeden büyüyerek kardeş olmanın mükemmel huzuru içinde alt alta üst üste boğuşuyorlar. Tek istedikleri karınlarının doyması ve sonra onları koynuna alacak sıcacık bir ana kucağı.
Büyüdükleri zaman da istekleri çok fazla değişmeyecek. Yine bir lokma ekmekten ve sahipleri belledikleri insanın başlarını birazcık okşamasından mutlu olarak önünde bağlı oldukları evi ya da bahçeyi koruyarak ömür sürüp gidecekler. Asla yalan söylemeyecekler, asla bilerek ve isteyerek başka bir canlıya zarar vermeyecekler. Yola beraber çıktıkları arkadaşlarını asla kendi kurtulmuşlukları uğruna yarı yolda bırakmayacaklar. Arada bir yan komşunun bahçesinde bağlı dişi hemcinslerini ziyarete gitmek için zincirlerini koparsalar da bu –doğadaki her canlı gibi- onların çoğalma içgüdülerinden dolayı olacak.
Evet, YÜZDE ELLİ’yi evde tutmak isterdim ama maalesef yapmayacağım. O da gidecek, kendisine yeni bir yuva bulacak. Dışarıda kendisi gibi doğduktan sonra kavruk kalmış diğer yüzde ellilere karışacak. Ne zaman ki birleşip yüzde yüzü meydana getirecekler, işte o zaman çoğalıp mutlu olacaklar.
Şairin dediği üzerinden gidecek olursak:
“Dünyayı güzellik kurtaracak
yüzde elli’yi sevmekle başlayacak her şey…”
Biz hep sessizce ağladık diye… 1936 yılında, dağ başında bir köy okulunda, cuma namazına gitti diye dayak yiyen dedem, okulu bıraktı. Dedem sessizce ağladı belki ama öğretmeni dövmedi…
İneklerin yattığı yerde gizli gizli Kur’an okumayı öğrenen dedem, ahırın yanındaki evinde Kur’an okuyamadığı için sessizce ağladı. Allah’ın kitabına bu muameleyi yapanlara karşı ayaklanmadığı gibi, 24 ay hiç izin kullanmadan, toplam 36 ay askerlik yaptı.
1950 yılında, sandık başında oyunu kullanırken “Bismillah” diyerek mührü bastı. Seçim sonuçlarını radyoda dinlerken, sessizce ağladı dedem. Sokaklara çıkıp taşkınlık yapmadı. Mutluluğunu da hüznü gibi sessizce akan gözyaşlarıyla gösterdi dedem..
Menderes’in idam edildiği günü, defalarca anlattı bana. Her seferinde gözleri dolardı. Sinirlenince, ‘Ne çektiysek o sağırdan çektik!’ diyerek, İsmet İnönü’ye olan öfkesini gösterirdi.
Benim dedem hiç polis taşlamadı, camları kırmadı. Hep sessizce ağladı…
Babam sessiz ağladı…
Babam İstanbul’a okumak için geldiğinde, cami halılarıyla ısınmaya çalışıp, rahmetli Gönenli Mehmet Efendi’nin verdiği harçlıklar ile karnına doyururken, hiç sokaklara çıkmadı. Sessizce içine akıttı gözyaşlarını.
Ailesinin rızkını kazanacak bir iş imkanı bulamadığı için, Almanya’ya gitmek zorunda kalınca, yine sokaklara çıkmadı benim babam. Eline taş alıp camları kırmadı, polisleri taşlamadı. Annesi dahil, sevdiklerinin cenazelerine bile yetişemediği için, isyan etmedi kendisini gurbete mahkum edenlere. Sessizce içine akıttı gurbet gözyaşlarını…
Bizi de sessiz ağlattılar…
28 Şubat sürecinde bende hep eylemlere katılırdım. Cuma namazlarını kılmak için, Ümraniye’den Beyazıt’a gidip slogan atardım. “Başörtüye uzanan eller kırılsın!” diye bağırmaktan ses tellerimiz acıyordu da, o zulmü bize yapanların içleri acımıyordu. Eylem yaptık, ama polis taşlamadık, camları kırmadık. Sessizce ağladık…
Erkekliğimden utanırdım!
Üniversite kapısında bekleyen başörtülü kızların yanından geçip, üniversiteye girmek zorunda kalmak, hayatımda yaşadığım en büyük acıydı belki de. Müslümanlığımdan, insanlığımdan, erkekliğimden utanırdım… Dilimde bazen dualar bazen beddualar dolaşırdı. Ama ben hiç elime taş alıp polislere atmadım. Dükkanların camlarını kırıp araçları yakmadım.
Başörtülü bir sınıf veya okul arkadaşlarımızla göz göze gelmekten utanır, onlara yardımcı olamamanın sıkıntısını yaşardık.
Başörtülü kızlardan biri merdiven başında beni durdurdu. “Ben okulu bırakıp ailemin yanına dönmeye karar vermiştim. Dün babamı aradım. Verdiğim kararı kendisine iletince bana kızdı. ‘Başını açıp okulunu bitireceksin. Gelirsen seni eve almam’ dedi. Ben şimdi ne yapayım?”
Susmak zorunda kalmak, insana bu kadar acı verir mi? Aradan tam 15 yıl geçtiği halde, o merdivenin başında susup kalmanın acısını, hiç unutmadım. Değil polis taşlamak, dükkanların camını kırmak, dünyayı yakmak istedim o an. Ama ben sessizce ağladım sadece. Bu acıları bize yaşatanlara beddua ettim, o kızlara dua ederken.
Biz polise taş atmadık, ‘emir kulu’ diye. Biz esnafın camlarını kırmadık, ‘kul hakkı – milli servet’ diye.
Biz hep sessizce ağladık.
Sanatçılar neredeydi?
Biz bunları yaşarken sanatçılar neredeydi? Taksim meydanında, polis taşlayıp işyerlerinin camlarını kıran gençlerin yanında poz veren sanatçılar, 28 Şubat sürecinde neredeydi? Ağaçların haklarını korumak için eylem yapanlar, en temel insan hakları çiğnenirken niye sustular? Milletinden bu kadar kopuk yaşayan sanatçılar, ülkesinin geleceği için sanat üretemezler.
Dedemin sessiz çığlıklarını, babamın gurbet hüzünlerini, 28 Şubat’ın ezip geçtiklerini görmeyen sanatçılar, aniden çevreci ve hümanist oldular.
Dedemin sessizce içine akıttığı gözyaşlarını resmedemeyen, her türlü baskılara rağmen, sokakları cehenneme çevirmeyen 28 Şubat mağdurlarının sabrını, notalarına dökemeyen sözde sanatçılar, şimdi çevreci oldular.
Meselenin 3-5 ağaç olmadığını herkes çok iyi biliyor. Nedense bizim sanatçılar, hep sol eylemlerde sanatlarını sergiliyorlar.
Taşlara değil dualara sığındık
Başbakan ‘%50′yi zor tutuyorum’ dese bile, kendisi de biliyor, bizim sokaklara taş atmak için çıkmayacağımızı. Şiir okuduğu için hapse atılırken, sokağa çıkmaya teşvik etmeyen Başbakan, bu olaylar için sokaklara çıkmayacağımızı da biliyor.
Dedem sessizce gözyaşlarını içine döküp, devletin polisini taşlamadı.
Babam sessizce gözyaşlarını içine akıtıp, esnafın dükkan camlarını kırmadı.
Bizler de sessizce ağladık, ama ortalığı dağıtıp yıkmadık.
Biz hep sessizce ağladık diye, bu olaylardan korkup sandık mücadelesinde vazgeçeceğimizi mi sandınız?
‘90 yıllık cumhuriyet tarihinin 80 yılı biz ağladık siz güldünüz. Şimdi siz ağlayın biz gülelim’ demiyoruz. ‘Birlikte gülelim’ diye hala dua ediyoruz.
Duaların taşlardan daha güçlü olduğunu bilmeyenler, ne demek istediğimi anlamazlar…