
Tatiller, geziler, eğlenceler, partiler hepsi ne için yapılıyor? Ne için yapılıyor bir düşündünüz mü? Ben bunu yaptım diyebilmek için. Ve birilerine “Ben bunu yaptım!” diye gösterebilmek için. Internet’in ürünü olan koskoca bir sosyal medya ve onun araçları aslında bundan ibaret değil mi? Ben bunu yaptım, diye yazıyorduk eskiden. Artık anında gösteriyoruz “Ben bunu yapıyorum…” Aslında da daha ilginç olan şu: “Ben bunu yapabiliyorum, ya sen?”
İnsanlar yaptıklarını anlatmakta oldukça ustalar. Hatta yapamadıklarını yapmış gibi anlatmakta da ustalar bazıları. Sözüm meclisten dışarı, siz kendi üzerinize alınmayın yine de. Ben burada Mona Lisa’nın beni bir türlü göremeyişini anlatacağım. Kendime suç atacak değilim ya. Tabii ki Mona Lisa’yı suçlayacağım. Bundan 17 yıl önce Paris’e ilk gelişimizde yurt dışı seyahati bilgisizi olduğumuz için turla gelip Mehter Marşı’yla geri dönmüştük. Çünkü bizi bir minibüse bindirip işte bu Eyfel, işte bu Louvre işte bu Grand Palais, burası Concord Meydanı, işte burası Greve Meydanı, işte burası Republique Meydanı diye kısaca tanıttılar. “Müzelerin içlerine girmeyecek miyiz?” diye sorduğumuz zaman aldığımız cevap şuydu:
“Hepsi ayrı ayrı para Madam ve Mösyö. Üstelik çocuğunuza da %50 indirim yok. Olsa olsa %30 filan indirim yaparız!”
Tabii ki kalakalmıştık havalarda uçan Euro fiyatlarını görünce. O zaman Louvre Müzesi’ne girememiştim ve üzülmüştüm. Ve o gezide yaşadıklarımı da şurada anlattım.
17 yıl sonra tekrar bir seyahat planladığımda müze için biletimi önceden ayırttım. Hatta hangi metroda ineceğimi, nerede buluşulacağını güzelce kontrol ederek o gün kaldığım yerden yola çıktım. Bir gün önceki faaliyet 10.15 saatinde olduğu için nedense kendi kendime müzenin giriş için buluşma saatinin de 11:15 olduğuna inandım. İnandım diyorum çünkü insanlar boş inançları yüzünden çok eziyet çekiyorlar. Halbuki bilim ve kollarındaki saat onlara yol gösterebilirdi. Tıpkı ben de verilen talimatları dikkatlice okuyup buluşmanın hangi saatte olduğuna dikkatlice bakabilsem, bana da yol gösterebileceği gibi. Saat 11:00’de buluşmamız gerektiğini daha doğrusu müze gezisinin 11’de başladığını en az yarım saat önce orada olmamız talimatının verildiğini görebileceğim gibi. Ama dedim ya boş inanışlar, her-şeyi-en-iyi-ben-bilirim’ler insanı kendi kendine madara edebiliyor bazen.
Müzeye gidilen duraktan bir durak önce inip lay lay lom bir rahatlıkla karnımı neyle doyursam diye Fransız krepçilerin ve sandviççilerin önünde gezeledim. Oradan bir krep yedim. Çünkü müzede karnım zil çalarak dolaşmak istemiyordum. O krepin bana müzede hiç gezememeye mal olacağını nereden bilecektim. Derken saat 11:00’e doğru, kendi inandığım yanlış doğrular üzerinden metroya binip bir sonraki durakta indim. Saat 10:55’te yer olarak İrlanda Kontluğu yazan yabancı bir telefon numarasından telefonum arandı. Allah Allah? İrlanda Kontu da beni bu saatte niye arasın ki?
Louvre biletimi online olarak satın aldığım Viator firması değişik firmaların hizmetini satıyor. Aynı Trendyol’dan bir ayakkabı aldığınız zaman Adana’dan bir ayakkabıcının o ürünü size kargolaması gibi düşünün. Ürünle ilgili bir sorun olduğunda Adana’dan aranırsınız değil mi?
Benim Viator aracılığıyla Louvre Müzesi girişi satın aldığım firma da İrlanda kontluğuna bağlıymış meğer. Telefonu açmadığım anda kafama dank etti. Ben gecikmiştim. Hemen önyargılarımdan kurtulup bilimin ve yakın gözlüklerimin aydınlattığı telefonumdaki buluşma saatine bakıyorum. 11:00. Koşmaya başlıyorum. Beni arayan numarayı geri arıyorum. Hepsi nafile! Nafile! Nafile! Kan ter içinde buluşma noktasını buluyorum. Çünkü kış mevsimi. Paris soğuk. Ve üzerimde kalın parka, atkı ve kat kat giysim var!
Henüz buluşma saati gelmemiş diğer firmalar geziye katılacakları bir araya topluyorlar. Benim firmamın ismini soruyorum. Cevap mantıklı:
“Genelde şurada olurlardı, ellerinde mavi bir bayrak tutar ve mavi renk giyerler.”
Fakat şu anda ortalarda yoklar. Yoklar tabii. Rehber zamanında gelen bütün gezginleri aldı ve Louvre Müzesi’nin içine gayet nezih bir şekilde soktu. Etrafıma bakıyorum. O kadar kalabalık ki. Buluşma noktasına geliyorsun. Yumak olmuş gibi görünen binerce insanın arasından birinin uzattığı ip bu kalabalığın içinde bir ip ucu. Balta girmez bir ormanın içinde bir dal. İnsan selinin içinde bir el. Bu ipe, dala ele tutunup Louvre’a girdin girdin!
Eğer o ipin ucunu tutamadıysan sen artık o insan ormanı veya selinde bir zerresin. Giremedin mi saatlerce ve soğukta ayakta kuyruk beklemek senin kaderin. İşin puşt yanı da şu. Sana online para ödediğinde bir evrak veriyorlar ama sen o firma yetkilileriyle buluşmazsan ve o evrakı onlara vermezsen asıl biletini alamıyorsun. Yani paranı ödedin ama elinde bilet yok. Sadece o ön evrak var. Onlarla buluşursan bu evrak bilete dönüyor. Böylece benim gibi buluşamadığın taktirde parasını ödeyen kerizleri de kerizlemek firmanın kendini kerizleme konusunda bir üst seviyeye çıkarmış olması demek. Kerizlenenden kerizleyene şapka çıkarma sırası.
Biletimin yanmasına veya verdiğim paraya yanmıyorum zaten. Onlar geçmişin acı izleri artık. Ne yapayım Mona Lisa beni göremedi. Ben de kendime Mona Lisa’lı bir photoshop yapabilirdim. Bir akşam bir barda tanıştığım Brezilyalı arkadaşımdan çektiği Mona Lisa fotoğraflarını isteyebilirdim. Kim bilirdi ki benim Mona Lisa’nın yanına gitmediğimi. Huzura çıkmadığımı yani. Ben bilirdim. Benden başka kimsenin bilmesinin bir önemi var mı?
Yıllar önce arkadaşım Özlem ve ben bir Sezen Aksu konserine gidecektik. “Sen de gelir misin?” diye sorduğumuzda de abisi bize şöyle demişti.
“Ben niye Sezen Aksu Aksu’ya gideyim ki Sezen Aksu bana gelsin!”
O zaman için bana çok ukalaca gelmişti. Sanırım adam haklıydı. Ben niye Mona Lisa’yı göreyim ki? Mona Lisa beni görsün!
Neyse, Mona Lisa beni göremedi ama Van Gogh’la epey bir bakıştık. Ne kadar sinirli, dertli ve bir o kadar da hüzünlü bakmıştı o c’anım turkuazlarla bezediği portresinde. Demek ki öyle üzgün ve kızgın göründüğünün kendi de farkındaydı.
Ne yaparsın, o kadar müze gezdim ama hâlâ Monet ve Manet’yi ayırt edemiyorum. O da benim ayıbım olsun!

Yorum bırakın