AŞURE GİBİ KUCAKLAYICI BİR DİZİ: İSTANBUL ANSİKLOPEDİSİ

Annem der ki bir yemeğin içine kaç tane baharat koyarsanız koyun baharatlardan birinden birinin lezzeti baskın olursa yakışık almaz. Hepsinden öyle bir miktar koyacaksınız ki sonunda yemeğe yemeğin lezzetini verecekler. Bunu neden söyledim? Şimdilerde eğer tarihî bir olay, bir komedi veya bir suç dizisini de izliyor sanız farkına varıyorsunuz ki dizilerin asıl amacı insana dair her şeyi anlatabilmek. Mesela The White Lotus mesela distopik bir dizi olan The Last of Us veya şu anda İngiltere başta olmak üzre tüm dünyanın konuştuğu Adolescence dizisi. Kimi zaman olay ön planda oluyor, dünya yok oluyor, bir virüs dünyayı kırıp geçiriyor, ya da mobbinge uğramış bir ergen kendi yaşıtı birisini bıçaklayabiliyor. Tüm bunlarla beraber insanın insana olan davranışı, sevgisi, aşkı, nefreti, özlemi, şiddeti gibi karakteristik özelliklerini yorumsuz olarak izliyoruz. Kimi zaman o yazarın, o ülkenin, o coğrafyanın yorumunu katıldığı hikâyeler izliyoruz.  Eğer bu yorumlar annemin dediği gibi birer tutam baharat şeklinde katılabiliyorsa, izlerken daha da keyif alıyorsunuz.  

Dizinin künyesi: İstanbul Ansiklopedisi

Başroller: Canan Ergüder, Helin Kandemir, Tolga Tekin

Yayınlandığı tarih: 2025, 1 sezon, 8 bölüm

Yazarı: Selman Nacar

Yönetmen: Selman Nacar

Yayınlandığı platform: Netflix

IMDb puanı: 6.0 (Bölümlerin puanları 8.7 ve üzeri ve ortalaması 9.0 olmasına rağmen ekranda 6.0 vermiş IMDb. Nenedini anlayabilen beri gelsin.)

Ben İstanbul Ansiklopedisi dizisinde ne anlatıldığından bahsetmeyeceğim çünkü zaten izleyeceksiniz. Benim hoşuma giden Türkiye’de yaşayan üç kadının başından geçenleri bir olaylar ve duygular örgüsüyle harmanlayarak bize seyrettirebilmiş olması. Genç üniversite öğrencisi Zehra Amasya’dan İstanbul’a geliyor. Maddi olarak imkânsızlıklar içindeki genç kıza yurt çıkmamış. Tek çaresi annesinin yıllardır küs olduğu çocukluk arkadaşının evine sığınmak. 

Dedektif Dergi’de devam eden fantastik polis kahramanım Ozan Ilgın’ın 24. bölümü REPLİKA’da şöyle yazmıştım: 

John Gardner, The Art of Fiction kitabında klasik bir roman başlangıcı olarak şunu söyler: “Ya bir insan bir yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir.” Bence bir hikâyeyi asıl muhteşem kılan olay, sahneye muhteşem bir kadının giriş yapmasıdır. 

Scarface’te mavi renkli derin yırtmaçlı askılı saten elbisesiyle Michelle Pfeiffer; The Postman Always Rings Twice’ta Lana Turner ya da Jessica Lange; Mission Impossible: Rogue Nation’da sarı saten elbisesiyle Rebecca Ferguson; Pretty Woman’da kırmızı elbisesiyle Julia Roberts, My Fair Lady’de beyaz elbisesi ve boynundaki muhteşem gerdanlıkla Audrey Hepburn sahneye girer ve hikâyenin gidişatı değişir. 

İstanbul’da son derece seküler bir hayat süren kalp cerrahi Nesrin’in hayatı, Zehra’nın birdenbire gelmesiyle değişiyor. Kadınların, erkeklerin mobbingine uğraması, toplumun dayatmalarına karşı çıkmalarını, kendi vücutları, kendi giyim kuşamları, kendi inançları üzerinden yargılanmalarını, hayatları için verdikleri kararların arkadaşlarını ve çevrelerini nasıl etkilediklerini, kendi özgürlüklerine giderlerken arkalarında bıraktıkları insanların nasıl kinle dolabildiğini, sonra bu kinin yıllar içinde kanayan kocaman bir yaraya dönüşebildiğini, insanların hayatlarından çekip alınan yirmi saniyelik videoların insanların hayatlarını nasıl mahvedebildiğini tutam tutam baharatlar halinde diziye eklenmiş olarak izliyorsunuz.  

Çünkü insanlar hayatları boyunca ya da bir dizide anlatılabilecek hayatlarının üç beş günü, beş altı ayı, beş altı yılı boyunca sadece şiddete, sadece ırkçılığa, sadece mobbinge, sadece sevgiye, sadece şefkate, sadece aşka maruz kalmazlar. Tıpkı bir aşure aşı gibi kırk bir çeşit duygu eşlik eder bize hayat otobanında. Bu duyguların eşliğinde kimi zaman sol şeritten son sürat, kimi zaman orta şeritten orta hızla gideriz. Kimi zaman da dörtlüleri yakarız, kenara çekeriz. O zaman yanımıza yanaşıp bir şeye ihtiyacın var mı diyen birilerinin olmasını isteriz. Bizi izlerken ağlatan bütün güzel hikayeler, son sürat giden değil de o dörtlüleri yakıp kenara çekmiş insanları ve onlara “bir ihtiyacın var mı diye?” yanaşanları anlatırlar.  

Dizinin ismini, tarihçi, yazar, araştırmacı Reşad Ekrem Koçu (1905-1975) tarafından 1944-1973 yılları rasında yayımlanan ama tamamlanamayan aynı adlı ansiklopediden aldığını belirtmek istiyorum. Meraklıları için Koçu’nun kitapları arasında yer alan şu kitaplardan bahsedeyim. Devamı araştırmak isteyenelere kalsın: Eski İstanbul’da Meyhaneler ve Meyhane köçekleri (1947), Tarihimizde Garip Vakalar (1952), Osmanlı Padişahları (1960), Topkapı Sarayı (1960)

Diziyi bu bakış açısıyla seyredin. Ben önyargısız seyrettim. Daha ilk sekansta konunun ve müziğin mutluluk rüzgârlarından, tehlike çanlarına değişmesi beni içine çekti. İzlerken keyif aldım. Yazar-yönetmen Selman Nacar’ın ve oyuncuların ellerine sağlık. Keyifli seyirler. 

Yorum bırakın

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑