Daha şehre yaklaşırken yüksek yüksek yollardan görünen buğulu ve puslu ve bir yamaçtan denize uzanan mahalleler aklımı başımdan alıyor. Orası Yenidoğan Viyadüğü… Nasıl yani? Her evin deniz manzarası mı var?
Coğrafyam da iyidir ama görmeyince ne bilsin bu garip, dört tarafı toprakla çevrili, kendi kara, adı kara ve kara iklimli bir şehirden; şehr-i şehir İstanbul’a yolculuk ederken, Marmara Denizi’nin İzmit’e körfez ettiğini. Sonra, çooook sonra o viyadükten yüreğime işleyen mahallelere kendi arabamla ineceğim. Ama o başka bir hikaye.
Ha, garip derken, hiç deniz görmemiş değildim ki. Babamın bizi her yaz götürdüğü yaz tatilleri ve Samsun’da dayımın yazlığı vardı. Karadeniz’de ne kadar yazlık olursa o kadar! Yağmur yağarken denizdeydik bir seferinde. O oldu zaten, bir daha da yağmurlarla denize giremedim. Ama bu… Bu şehir… Bu bambaşka bir şey’di…
Otobüs bir köprüden geçiyor ve ben o an ve o andan sonra göreceğim manzaraları, kelimelerle anlatamamıştım hiç. Şimdi de anlatmayı deniyorum zaten. Hepsi bu.
O şehir için deniz kıyısında diyorlardı. Değildi. Deniz şehir denizin içinde, deniz şehrin içindeydi. Hani, Venedik vardır. Coğrafya bilgisidir, Venedik’te her yer kanaldır. Asfalt yerine su, araba yerine gondol vardır derler ya! İstanbul’da ne yana baksan deniz! Bir tarafın Marmara, diğer tarafın boğaz! Öte tarafa dönüyorsun Haliç! Biraz kuzeye gitsen Karadeniz!
Ben şehre bakakalıyorum. Şehir bana şiir yazacak sanıyorum. Şehir yüzüme bile bakmıyor. Şehri mi seyredeyim, görebilmek için o kadar yolu teptiğim insanı mı, bilemiyorum. Benim hatlar karışık. Telefon hatları sessiz. Cep telefonu icat edilmedi daha. Anne hani ben sana Samsun’da Özlemler’de kalıyorum demiştim ya, ben İstanbul’dayım.
Coğrafyam iyidir demiştim. O kadar da iyi değilmiş. Her şehrin uzaklığını eşkenar üçgen gibi altı saat sanıyorum. Üçgen derken Ankara-Samsun-İstanbul üçgeni. Samsun-Ankara 6-7 saat sürüyor o zamanlar. Ankara-İstanbul da aynı keza. Samsun-İstanbul da aynıdır, atla deve olacak değil ya. Derken…
Bir sonraki sahnede 12 saat yol gitmek üzere bir otobüsteyim. Karadeniz boyunca… Neymiş? Coğrafya, kitaplardan öğrenildiği gibi değilmiş. İki şehir arası mesafe beş dakika da olabiliyormuş eğer vuslata gidiyorsan… 120 saat de sürebiliyormuş eğer ayrılıyorsan…
Ayrılıyorsan… Ayrılıyorsun. Şehir aklında kalıyor. Bir de ilk defa yediğin o midye tavanın sarımsaklı sosunun lezzeti. Aşka su-i-kast eden şeylerden biri ya da ilki evlilik değil, mesafeymiş meğer.
“Gitme… gitme… Gitme kal bu şehirde
Gitme… gitme… Yazık olur bize…”
Otobüse binince çalmaya başlayan şarkı bana söylüyor. Beni söylüyor. Nasıl kalabilirim ki? Bu şehir benim şehrim değil. Hiçbir zaman da olmayacak.
Sen de benim değilsin. Hiçbir zaman da olmayacaksın.
Demedim. Diyemedim tabii ki. Ama o anladı. Cep telefonu icat edilmemişti daha. “SNDN AYRLYRM” diye mesaj da atamadım. Ben nasıl anlattım, o nasıl anladı bilmiyorum.
Samsun otogarında, ben, camında ‘İstanbul’ yazan otobüsten inmiş (artık rahmetli olmuş) Orhan Dayımın arabasına binmişken, camında ‘Ankara’ tabelası olan otobüs, henüz otogara yeni giriyordu. Allah’tan Dayımı hemen bin beş yüz soruyla oyaladım ki, gelen otobüsün camındaki tabelayı fark etmedi. Ben İstanbul otobüsünden inmiştim ama o beni Ankara’dan geliyor sanıyordu!
***
Bir şarkı dinledim ve bunlar aklıma geldi. Belki zaten hep aklımdaydılar ama bir şarkı dinleyince su yüzüne çıktılar. Kim bilir kaç otobüse binenin ardından “Gitme kal bu şehirde” dendi. Kim bilir kaç otobüse binen bu şarkı çalarken gözlerini sildi.
Bir gözden bir damla yaş indi. Bir muavin bir peçete getirdi. Bir otobüs yoluna devam etti. Çantamda soğumuş yarım ekmek arası soslu midye tava vardı. Hepsi bitti.