…ilk yazım intiharımdı; sonra gerisi geldi.
Ankara’da oturduğumuz senelerde yere göğe sığmaz bir komşu oğlu vardı, hatırlıyorum. Onunla kovalamaca oynadıktan sonra yorgun düşüp resim yapmaya koyulduğumuz sakin anlar, nedense hep benim çığlığımla bitiyormuş, annem anlatıyor: “Anneeee, Bedri benim resimlerimi kendi resmiymiş gibi karalayıp babasına gösteriyor!” Heyhat, kimin ne olacağı belli değil tabii ki.
Adana’ya pamuk toplamaya giderdik yazları. O sıcakta zaten bütün çocuklar zayıf. Ama içlerinde bi’ deri bi’ kemik bir oğlan vardı ki adı Memed; gözlerini hala hatırlıyorum. Beraber saklambaç oynarken aşağı mahalleden Yaşar, “Ben büyüyünce bu Memed’in hikâyesini yazacağım” demişti. Bense Memed’in gözlerinden sebep yazıp yazıp veremediğim mektupları Seyhan’a atardım hep. Sonradan görüşmedik, Yaşar n’aaptı bilmiyorum.
İşsizlik her daim Türkiye’nin olduğu gibi ailemin de problemi oldu. Adana’dan İstanbul’a geldiğimizde bir tanıdığımız vasıtası ile Pamuk Apartmanı’nda kaloriferciliğe başladı babam. Akşamları eve geldiğinde anneme “Üst katta meczup gibi bir adam var, kitapla bozmuş aklını hanım. Allah etmeye bizim çocuklar da bu kadar okuyup akıllarını neyim atmasalar?” dediğini duymuştum hepimiz uyuduktan sonra.
Sonraları babam bir yerden bir açık kapı bulup devlete atınca kapağı tekrar dönüp dolaşıp Ankara’ya geldik. Babamın memuriyeti nedeniyle Anadolu’nun pek çok yerini gezemedik. E n’apsın adamcağız, bir memur maaşı ile hem ev geçindirilecek, hem iki çocuk okutulacak, kolay mı?
Derken annem bizim masraflarımıza yetişebilmek için Şafak Hanım’ın evine temizliğe gitmeye başladı. Hiç unutmam kızı da bizim okulda Ankara Atatürk Anadolu Lisesi’nde okuyordu. Beni tanır ama görmezlikten gelirdi koridorlarda. Sonradan annesinin adını soyadı olarak aldığını, bir gazeteciyle evlendiğini ve AŞK’ının satış rekorları kırdığını duydum; doğru yalan.
Annem baktı ki geçim sıkıntısı geçici işlerle bitecek gibi değil, sonunda bir kuaförde iş buldu. Hem de ne iş! İclal Aydın’ın gelin başını yapmak ona düşmesin mi! Aman bir telaş bir telaş! Ne aşkmış efendim! Neyse saçı başı güzel olmuş İclal’in ama ‘gamzeli aşk’ süre süre beş ay sürmüş.
Okulda İngilizce öğrenirken seçmeli ders olarak da Fransızca alıyordum. Bir yaz rahmetli Dayımın bana yaptığı harika bir sürprizle kendimi Fransa yollarında buldum. Kaldığım eve sık sık gelip giden bir delikanlı vardı, kafayı takmış evin kızı ve kuzeni olan Roxanne’a. Aman ne kocaman bir burnu vardı delikanlının anlatamam. Fransızcam kötüdür ama hala yazışırız arada. ‘Bergerac’lı Cyrano deyince herkes tanır beni adres yazmana gerek yok’ der durur hâlâ.
Dayım Paris’ten dönerken arabasıyla Avrupa’yı gezdirmek istedi bana. Yugoslavya’da Dayımın Graz Üniversitesi’nde doktora yaparken tanıştığı arkadaşı İvo ile buluştuk. Vişegrad’da nehrin üzerindeki köprünün kapiyasında oturduk, kahveler içtik, güldük, söyleştik. Bir zamanlar Rahip Nikola ve Molla İbrahim’in yapmış olduğu tatlı sohbetleri ve kendini Drina’nın serin sularına bırakmış nice canları anarken ise ağlaştık durduk.
İstanbul’a vardığımızda Dayım bir kitapçının vitrininde “Garip” isimli bir şiir kitabı gördü. Durdurdu arabayı, koştu, gitti, aldı geldi kitabı. “Vay be adaşıma bak” dedi. Kitabı aniden açıp şu satırları sesli olarak okuduğunda, iki damla gözyaşı yanaklarından süzülüverdi:
“Hiçbir şeyden çekmedi dünyada
Nasırdan çektiği kadar”
“Bu bizim Süleyman Efendi hakikaten ne çekmişti be şu nasırdan! Lakin adam nasırı da şiir yapmış gördün mü!”
Seyahatname’siz seyyah olan Dayımın İzmir’e sık sık gidişinden, kooperatif denen ve yirmi senede ancak iyileşen bir illete tutulduğunu erken teşhis edemedim. Ama yirmi senenin sonunda nur topu gibi hem de ortaklı bir oda bir salon bir yazlığı olduğunu keşfettim. Davalık olan tapu işleri için Urla’da bir avukatın kapısına dayandık. Konuşmaya başlar başlamaz anladı Dayım; “Mübadil misiniz?” Necati Bey cevapladı:
“Mübadildik; susuz yazlarda acı tütün içtik muadil olduk, yağmurlar ve topraklarla yıkandık müsavi olduk.”
Dayım davayı kazandı, tapusunu eline aldı. Steyşın vagon Röno’suna yüklediği kamyon sesi çıkaran buzdolabı ve çadır minderleri ile yazlık evin yolunu tuttuk.
Mola verdiğimizde rastladığımız bir derviş Dayıma şunları fısıldarken, o yaz aşık olacağım tek şey olmayacağından bihaber ayağıma dolanan sarmanı kucağıma almıştım bile:
“Aşkın aldı benden beni, bana seni gerek seni.”
Yaz sen, kime aşık ettin beni.
Yazsan, bir kula kul ettin beni.
Yazsın, biter sandım n’ettin beni.
Yazsam, biter sandım bitmedi gitti.
Yazdım, ilk yazım intiharımdı, sonra gerisi geldi.
Ooff.. sabah sabah iki draje tuğbaturan yazısı ağır geliyor bünyeye. hüzün, ama üzmeyen. sağlığı bozsa da içmeden durulamayan sigara gibi.
hikayedeki mekanı yaşarken nerde olduğumu unuttum, son nokta’yı görünce anca gözümü açtım nerdeyim ben diyerek. sonra uçup gitmiş ruhum zar zor yolunu bulup döndü geldi girdi bedenime.