Başımızda esen kavak yelleri yel olmaktan çıkıp fırtınalaşmıştı. Her geçen gün bir sağdan bir soldan gelenlerle, hiç beklenmedik darbeler yiyen bedenimiz ıslak çimlerin üzerine devrildiğinde, saat sabahın beşiydi.
Saatin kaç olduğu genelde bilincimiz dışındadır ama insan bir kere kendini kaybetmeyegörsün, o zaman ille de bir gözümü açık tutmalıyım diyerek birtakım gerçekler yakalamaya çalışıyor. Yaşadığından, daha doğrusu varlığından emin olabilmek için.
Yaşıyorum diyebilmek için gerekli bir diğer şey de duygudur. Duyguları gerçeklerle karıştırmamak lazım. Bazen gerçekler duygusuz, duygular gerçeksiz olabilir. Aşk için ölünmeden aşık olunamayacağı gibi. Sırf bu yüzden duygularımızı canlı tutmaya çalışıyorduk, ya da ölmüş duygularımızı canlandırmaya.
İnsanın en kolay yakalanıp en zor itiraf ettiği duygu sevgidir biliyor musun? Bir çiçeği, bir şarkıcıyı, bir hayvanı sevmedin mi hiç?
Biz bedenlerimiz nemli çimlerin üstüne iyice yerleşirken ve karıncalar üstümüzde yuvaları için keşfe başlamışken başladık birbirimizi sevmeye. Önce kendiyle barışık olmalıydı insan. Kendini sevmeliydi, beğenmeliydi. Ne bileyim azıcık da megaloman olmalıydı belki de. ‘Ay ben ne kadar güzelim yahu’ diyecek kadar az. Çünkü çok iyi bir iş çıkardığın zaman başkalarının kıskanıp da ‘eh fena değil’ demesinden, kapasitenin biraz üstünde bir iş çıkardığın zaman ‘vay be’ diyebilmen daha yüreklendiricidir. Başkalarına ihtiyaç duymadan yaşayabilmek işin aslı, ben sizsiz de varım diyebilmek.
Kazın ayağı öyle değildir lakin. Uzun lafın kısası insan yalnız başına ya-şa-ya-maz. O yüzden başkalarını sevmeyi öğrenmesi gerekir. Biri okumayı nasıl öğrenir? Ona okurlarsa. Yazmayı nasıl öğrenir? Ona yazarlarsa. Sevmeyi nasıl öğrenir?
Belki kimse onu sevmemiştir ya da kimse bu duygusunu belli edecek kadar cesur değildir. Belli edilen duyguları ise daha yoğun duyulan sinir, kızgınlık ve nefret ve bunların yarattığı çaresizlik götürür. Ama dedim ya sevgi en kolay yakalanan duygudur diye. Bunu da başarabiliriz gibi geldi bize.
Acaba yanılmış mıydık? Acaba en kolay duygu nefret miydi? Bir insandan burnu eğri, çorabı mavi, ayakkabısı tozlu diye nefret edebilirsiniz. Bu hakikaten çok kolaydır. Yalnız bizim kitabımızda:
“Herkes eşit yaratılmıştır, çıplak ve ağlayarak doğar; eşit ölecektir, çıplak ve ağlatarak” diye yazar. Asıl mesele de bu ya dostum, yazarın to be or not to be’sinde saklı olan, bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine dedirten mesele bu.
Evet, biz iki tane ağaçtık, kocaman uçsuz bucaksız, başı göğü delen, kökleri ta magmaya uzanan, iki ağaç. Şimdi gidip buzdolabına bakarsan orada bekleşen portakalların içinde vitamin kokan ne varsa bize aittir. Çünkü biz birbirimizi sevmeyi öğrenemeden ıslak çimlerin içinde çürüdük gittik. Hoş, çürüyen yalnız gövdemizdi. Ruhumuz, tadımız tuzumuz, sevincimiz, hüznümüz yağmurlarla ta elindeki portakala kadar ulaştı. Ve muhtemelen soymakta olup yiyeceğin için de sana.
Aman kabuklarına dikkat et, gözlerinde yangın çıkarttıkları zaman, seni ağlıyor sanabilirler. De ki olursa, o yangın içimizdeki nefretin yangınıdır, sevgiden öte sürekli ölüm’ün verdiği yalnızlığın yangını.
Zaten her şey yalnız değil midir tek tek bakacak olursan?
Bil ki; sadece renkler her zaman aynı renktir.